8 Nisan 2014 Salı

KONUK YAZARLAR: Prof.Dr.Tamilla Abbashanlı-Aliyeva Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Öğretim Üyesi; NADİR ŞENER HATUNOĞLU, (matematikçi-bilim uzmanı); Osman BAŞ..

KONUK YAZAR:
Guba Katliamı (Azerbaycan)
Ermeni Cinayetinin Kanlı İzi
Prof.Dr.Tamilla Abbashanlı-Aliyeva
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Öğretim Üyesi
            1918 yılı Nisan ayının sonlarında Ermeniler Azerbaycan’ın Guba kentinde 400’den fazla insanı hunharca katliam etmişler…
            Bu yazıyı ömür boyu Türk dünyasının kaynayıp karışması, dostluğu, kardeşliği yolunda gece gündüz demeden yazılar yazan, özellikle, Karabağ derdini dünyaya ileten değerli hocam Prof. Dr. İsa Kayacan’a ithaf ediyorum.
            Ermeniler Nisanın 24’ü dünyaya Ermenilerin soykırım günü olarak ilan ediyor, her yerde soykırım anısına abideler yaptırır, insanları bu soykırımı kabul ettirmeğe çalışır, bunun için timsah gözyaşları döküyorlar. Ben ise bu yazımla onlara diyorum:-Önce aynada kendinize bakın, bir şey görmeseniz tarihe, arşiv malzemelerine bakın, görün soykırımı kim yapmış. Ne güzel atasözü var:-Hırsız (yani uğru) öyle bağırdı ki, doğru (yani hırsız olmayan) duvara kısıldı. Ama zaman geç de olsa gerçekleri su yüzüne çıkara bilir. Yalanı çuvalda saklamak olmaz, gerçek üzüle bilir, ama kırılmaz… Gelin tarihe başvuralım…
            Tarihten belli olduğu gibi halkların “Açık Ceza Evi” sanılan Çar Rusya’sında 1917 yılının Şubat ayında burjuva-demokratik inkılâbı zafer kazandı, bu dönemde Azerbaycan’da da siyasi süreçler ve milli hareket yeni merhaleye kadem bastı. Azerbaycan’ın milli hareket başkanları Rus Çarının devrilmesini sevinçle karşıladılar, o günlerde Azerbaycan Milli harekâtının önünde giden M.E. Rasulzade yazıyordu: Rusya’nın bütün halkları uzun süreden beri bekledikleri arzularına kavuştular, kan içen despotizm devrildi, bundan sonra çok güman ki, Rusya’da yaşayan bütün halklar için yeni ümit doğacaktır”.
            Türk halkında bir deyim vardır:-Sen saydığını say, gör felek ne sayıyor. 1917 il inkılâbının “mimarı”, “baş bileni” ve “lideri” Vladimir İliç Lenin’in “kendini” toparlamadan, Ermenilerin Daşnaksütyun Partisinin üyeleri “işe koyuldular”. Uzun zamandan beri Azerbaycan’ı ele geçirmek siyasetini Rusya’nın karışık döneminde hayata geçirmeye başladılar. Güya hakların azatlığına çalışan, aslında ise Türk’ün korkunç düşmanı olan Ermeni Stepan Şaumyan artık iş başında idi. Kendini V.İ.Lenin’in “sağ eli” hesap eden, aslında ise ne Rus’u, ne Türk’ü sevmeyen Şaumyan Sovyet Hükümetinin temsilcisi olarak kendini Azerbaycan’a attı ve V.İ.Lenin’e dedi ki, ben orada Rus İnkılâbı’nın ve Rusya’nın aleyhine olanlara karşı mücadele edeceyim. Aslında ise o buraya Türk’e karşı soykırım yapmaya ve Azerbaycan’ı baştanbaşa Ermenileştirmeğe, yer altı yerüstü servetle dolu olan Azerbaycan’ı bir avuç Ermenistan’a toprağına (aslında o bir avuç Ermenistan toprağı da Azerbaycan’ın toprağıdır, Rusların yardımı ile o toprağı da zorla Azerbaycan’dan koparmıştılar) karıştırmak istiyordu. Güya Şaumyan 1917 yıl inkılâbını istemeyenlere karşı mücadele ediyordu, aslında ise o inkılâba hiçbir ilişkisi olmayan, inkılâbın ne olduğunu anlamayan günahsız çocuklara, ihtiyarlara, kadınlara karşı soykırım türetti. Çekinmeden dedi ki, 1915 yılında Anadolu’da ölen Ermeni kardeşlerimin kısasını Azerbaycan Türklerinden aldım. S.Şaumyan Azerbaycan petrolünden zengin olan Ermenilerin gemilerine önceden toplar yerleştirdi ve o toplarla Bakı’nın yerleştiği Abşeron adasının kuzeyinde yerleşen köyleri ateş açtılar. 1918 Mart ayının 30’da Ermeni Komissar Tatevos Emiryan (soyadı bile Türk, Ermenilerde Emir mi var?) silahlı Taşnaklarla Azerbaycan’ın en kadim ve en güzel sanat incisi, mimarlık abidesi İsmailiyye Binasını yaktılar, oradan ateşler dünyaca ünli petrol zengini Türk Hacı Zeynalabidin Tagıyev’in kızlar kolecine sıcradı, yine de Hacı Zeynalabidinin inşa etdirdigi ve Doğuda ilk tiyatro binasını yaktılar. Sonra dünyanın nadir camilerindne olan Tazepir camisini yaktılar. V.İ.Lenin’in Bakıya gönderdigi Rus temsilci bu kanlı cinayetlere sabredemedi,  cinayet kar taşnakcı S.Lalayan’ı hapıs etmek istedi, Şaumyan itiraz etti:-Lalayan’ı ceza evine göndermek? Bu liyakatsizliktir? Aslında bu ne şımarıklıktır?
            1918 yılının Martında Bakıda kanlı cinayetleri töreden Ermenilerden biri de Kırmızı Gvardiyanın reisi, çar ordusunun Albayı Z.Avetisyan idi. Bir başka Ermeni ise Azerbaycan Türklerini katliam etmekte “en önde gelen” Amazasp idi.  Amazasp, Avetisov ve Petrov’un komutanlığı altında onlar dehşetli cinayetler türettiler, Bakı’da soykırımdan sonra, Bakı’nın yakınlığındaki Şamahı kentine, oradan Guba’ya geçtiler. Bu şehirler Azerbaycan’ın en zenginlerinin yaşadığı şehirler idi, burada çeşitli milletlerden olan insanlar en fazla ticaretle uğraşırdılar, çok zengin idiler. Dünya malından gözleri doymayan Ermenilere de bu lazım idi.
            Guba kentine dâhil olan Amazasp böyle dedi:-Ben Ermeni halkının kahramanıyım, onların haklarının koruyucusuyum. Ben buraya ceza desteleri ile geldim, iki hafta önce burada Ermeniler öldürülmüştür, onların kısasını almaya geldim. Öyle bilmeyin ki, Sovyet hükümetini kurmaya geldim, -Hayır- Ben Hazar kıyısından Şahdagı’na (Şahdağı Guba’dakı en yüksek dağdır) kadar olan bölgelerde bütün Müslümanları mahıv etmeğe, onların yaşayış yerlerini yerle yeksan etmek emri ile gelmişim” (Bkz: Çırakzade, İstiklal Yollarında, Bakı, 1992; 22)
            Amazasp’ın askerleri sadece insan öldürmediler, öldürdüklerinin servetini de talan ettiler. O zamankı para ile Guba’da 4 milyon manat para; 4,5 milyon manatlık altın, pahalı taşlar, 25 milyon manatlık gıda mahsulleri götürdüler.
            Şimdi Guba’dakı olaylara bir az açıklık getirelim:
            2007 yılı  Nisan ayının 1-de Azerbaycan’ın Guba şehrindeki Gudyalçay nehrinin etrafında bir vatandaş kazı çalışmaları yaparken Azerbaycan Türklerinin hunharca katledildiğini gösteren  toplu mezarlık bulmuştur.  Bu 20. yüzyılın başında meydana gelen katliamı gösteren mezarlığın bulunması tamamen rastlantı sonucudur (Bak Guba Mezarlığı – Ermeni Cinayetinin Kanlı İzi kitabında, Bakı, 2010, s.7).
            Köy halkında lokanta işleten esnaf arazisini genişlendirmek için yaptığı kazı çalışmaları sırasında bir yığın insan kemiğine rastlar. Önceleri kemikleri toplar, çaya atar. Ancak kazı çalışmaları arttıkça kemiker de toplu şekilde ortaya çıkar. Bu zaman Valiliğine, Azerbaycan Milli Bilim Akademisine haber veriliyor,  arkeoloji araştırmalar başlar. Böylece belli oluyor ki mezarlık 514 metrekaredir.  Onun 494 metrekaresinde arkeoloji kazıntı yapılmış, geri kalan 20 metrekarelik alan ise her ihtimale karşı uluslar arası araştırmalar için bırakılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda insan cesetleri ile dolu olan 2 kuyu ve 2 kanal belirlenmiştir. Arkeoloji kazılar 2007 yılının Temmuz ayından başlamış, 2008 Eylül ayında sona ermiştir.
Ermenilerin Guba’da yaptıkları katliamda sadece Türkler değil, burada yaşayan Lezgiler, Yahidiler, Tatlar, Avarlar da öldürülmüştü. Mezarlıktan 400’den fazla insan cesedi çıkmış, bunlardan 50’den fazlası çocuk, 100’den fazlası kadın ve yaşlılardır. Tarih araştırmaları ve arşiv belgeleri gösterir ki, 1918 yılı Nisan ayının sonlarında Halk Komiserleri Şurasının komiseri S.Şaumyan ve askeri komiser Korganov’un talimatı ile Ermeni General Hamazsp’ın  (Azerbaycan Türkçesinde Amazsp yazılmaktadır –T.A) başkanlığında esasen Ermenilerden oluşturulmuş, “Ceza Timi” adlandırılan 2000 kişilik askeri birligin Guba’ya gönderildiği belirlenmiştir. Bir Ermeni milliyetçisi olan Hamazsp Müslümanlara karşı olan kini saklamıyor, “Müslüman olduğu için her Müslüman düşmandır” diyordu.
Arşiv belgeleri 1918 Nisan-Mayıs aylarında sadece Guba’da 36782 kişinin katledildiğini gösteriyor. 122 köy tamamen yıkılmış, 380 köy içindekilerle beraber yakışmıştır. Ermeni cellâtları şehirde 259 ev yakmış, 1800’den fazla çocuk, 2000’den fazla ihtiyar kadın ve erkek öldürülmüştür. Gubalı vatandaş K.Agayev’in verdiği bilgiler: Ermeniler 1-10 Mayıs 1918 tarihinde yerli ahalini hunharca katliam etmişler. Ermeni Generali Hamazsp Azerbaycan Türklerini öldürmek için Guba’ya, Lalayan ise Azerbaycan’ın merkez bölgelerine ve Güneyine gönderilmiştir. Bu emri ise Halk Komiserleri Şurasının komiseri S.Şaumyan vermiştir”. Arşivlerde Hmazsp’ın cevar mektubu vardır: Yoldaş Şaumyan, görevimizi yerine yetirdik. Guba’da 10 binden fazla insan öldürdük”. Guba’nın sadece bir toplu mezarlığında 2 bin insan vardır. Hamazsp’ın dediklerini o zamanki Olağanüstü Halk Komisyonunun Üyesi Novitski de mektubunda onaylamıştır.
            Gubada iki kuyu tespit edilmiştir. İlk kuyunun derinliği 4,70 metre, genişliği 5 metredir. İkinci kuyunun derinliği 2 metre, genişliği 2,5 metredir. Toprak kayması sonucu ikici kuyu tamamen kaybolmuştur.
Ermeniler masum insanları Çukur Hamam adlı hamamda boğmuşlar. Katliamın yapıldığı sırada 7 yaşlı bir kız çocuğu kaçmış, gördüğü olayı anlatmıştır. Hamamdan feryat sesleri yükselmiş, boğulan insanları kuyulara gömmüşler. Ermeniler kuyuları yerli insanlara kazdırmış, sonra onları da diğerleri ile beraber işkence ile öldürerek kuyulara atmışlar. Ermenilerin bu usullerini Hitler de devam ettirmiştir, o da ceza düşergelerini Yahudilerin eliyle ve parasıyla inşa ettirmiş, sonra da onarlı burada yakmışlar. Tarih nasıl da tekrara olunur. Ermeniler Guba’dakı katliamı 7–8 gün devam etmiştir.
            Ermeniler bu katliamda sadece Türkleri değil, başka milletleri öldürmüşler. Katliamı yapanların elinde aile listeleri vardır. Mesela bir ailede 14 kişiyi öldürmüştüler. Sırasıyla çocuktan başlayıp dede ve nineyi de öldürmüşler. Araştırmalar sonucunda belli olmuştur ki, en fazla öldürülenler arasında 60 yaşına kadar insanlar daha fazladır.  Gençler az, çocuklar daha çoktur. Bir tane bile bütün iskelete rastlanmamıştır. En fazla kafa kemikleri vardır. Ateşli silah az kullanılmıştır. İnsanlar ezici aletlerle öldürülmüşlerdir.  4 ölüm usulü belirlenmiştir: 1. Başın sağ kısmına balta ile vurulması; 2. Hançer kullanılması veya iki darbeyle başın bedenden ayrılması; 3. bazı kafataslarında çivilerin görünmesi, çiviler şakaklara saplanmışlar. Dördüncüsü, kafatasından beyine doğru çiviyle darbe yapılmış. Ermeniler Guba’da insanlara her tür ceza yapmaktan “zevk almışlardı”. Örneğin; 14 yaşlı bir kızın burnunun ve kulaklarının kesildiği, sonra çiviyle şakaklarının her ikisinden de darbe yapıldığı belirlenmiştir.
Guba’dakı toplu mezarlarda hiçbir süs eşyasına veya giysilere rastlanmamıştır. Bu da onu kanıtlıyor ki, Ermeniler insanları soyup daha sonra işkence yaparak öldürmüşlerdir. Guba’dakı toplu mezarlarda araştırma devam etmektedir. Arkeologlar ve etnograflar bu vahşiliğin bütün detaylarını muhafıza edilmesine çalışıyorlar. Buraya gidip beş-on dakika seyretmek bile Ermenilerin yaptıklarını vahşiliği tasavvur etmek için yeterlidir.
Avrupa Şurası Parlamento Assembleyasının (AŞPA) başkanı Luis Mariya de Ruia Guba mezarından gördüklerinden çok etkilenmiş, izlenimlerini  “…Bu dehşetli bir soykırımdır. İnsanların nasıl vahşice öldürüldüklerini kendi gözlerimle gördüm” sözleriyle ifade etmiştir.
Avrupa’nın üst düzey insanları gelip Azerbaycan’da her şeyi görüyorlar, ama konuşmaya başlayınca hep soykırım yapanların tarafındadırlar.
Evet, Ermeniler 24 Nisan’da dünyanın her yerinde onlara karşı olmayan soykırımın “yasını tutacaklar”. Yine de dünyanın mendilleri onların yalancı gözyaşlarını kurutmak için “az olacaktır”. Yine de komşulardan kopara bilmedikleri toprakların acılarını yalancı soykırımla perdelemeğe çalışacaklar. Her zaman olduğu gibi yine de arzuları kursaklarında kalacaktır. Bizce en iyisi ise onlar kendilerinin soykırım yapan halk gibi suçlarını itiraf etseler daha iyi olmaz mı? Bence en güzeli bu! Şapkalarını karşılarına koyup düşünsünler:-Komşuluk insanların arzusuna göre değil, komşuluğu tali payı, tali hediyesidir. Komşularıyla iyi davransınlar, komşu komşunun külüne muhtaçtır-derler. Eteklerindeki taşı yere döksünler, toparlanıp Karabağ’dan kendi hoşlarıyla gitsinler. Zaten Ermenistan toprağı bom-boştur, o toprakta yaşayanlar bugün Fransa, Almanya, Amerika ve Rusya’nın yardımları ile geçinirler. Onlar Ermenistan’da yaşarken bile topraktan uzak idiler, toprak adamı değildirler, toprak adamı Azerbaycan Türkleridir. Ona göre de Azerbaycan Türkü ve Karabağlılar bir karış topraklarını da kimseye vermeyecekler. Koy o topraklarda muvakkati mesken salan ve gece gündüz uyumuş volkanın patlayacağı korkusuyla tir tir esen Ermeniler bunu iyice bilsinler… Ve bir de 24 Nisan’da olmayan soykırım için yalandan gözyaşı dökerek sokaklara, meydanlara dökülmesinler, artık dünya onların timsah gözyaşlarına inanmıyor. Yeter, aynaya baksınlar, o zaman soykırım yapanları rahatlıkla göre bilirler…
***
KONUK YAZAR:
T A K L İ T
     NADİR ŞENER HATUNOĞLU
        (matematikçi-bilim uzmanı)
            ‘Taklit’ dediğimiz davranışın en yaygın ve etkili olduğu alan, ‘Eğitimdir.’ Eğitimin genel tanımı şöyle: ‘İstendik davranışları kazandırma etkinliğidir.’  Bu etkinlikte baş yeri, ‘Taklit’ tutar diyebiliriz. Hatta bir de özdeyiş bulmuşuzdur: ‘Hocanın dediğini yap; fakat yaptığını yapma.’  Somut örnek vermenin önemini vurgulayan  bir söylem.
            ‘Taklit; görüleni, duyulanı, duyguyu yansılamaktır, yinelemektir.’
            Denilebilir ki ilk taklit kaynağı, ‘Doğa’ olmuştur. Belgeselde izledim; cennet kuşu dediğimiz kuş, süs kavramının simgesi gibi. Seyretmeğe doyamıyor insan. Her rengin en güzeliyle bezenmiş. Afrika’daki zenci kardeşlerimizin törenlerini, eğlencelerini izledim; cennet kuşunun tüyleriyle süslenmişlerdi. Bu görsel taklidin biraz ötesine gidelim…
            Gözlem ve deneyler bize gösteriyor ki Doğa; en üstün matematikçi, fizikçi, kimyacı, biyolog… Teknolojinin en üst basamağında yapılan deney ve gözlemlerin, Doğa’ya dayandığı görülüyor. Bir kuşun havada dönüş yapması, pike yapması gözlenerek uçaklar geliştiriliyor. Deneyin birinde, otuz metre yüksekten bırakılan yılanın bedeni gözlendi; ne konumda düştüğünü belirlemek için. Biliniyor ki Doğa’nın eğilimi, canlının zarar görmemesi yani yaşaması yönündedir. Yılan (M) harfi biçiminde kıvrılarak, yere çarpma şiddetini azaltıyor; bir bakıma yumuşak iniş yapıyor. Bu olayı taklit ederek, uçaktan atılan yüklerin biçimleri belirleniyor. 
            Bilindiği gibi, kimi yırtıcılar ölü hayvan eti (leş) yemez. Bir tür yılanı gözlemlemişler; bakmışmışlar ki bir tehdit altında kaldığında, hemen ‘ölü’ numarasına yatıyor. Gözlemciler demiş ki acaba bu davranış öğrenme (taklit) sonucu mu yoksa doğuştan mı? Denemişler; yumurtadan yeni çıkan bir yılan yavrusunu taciz etmişler. Yavru bakmış ki kurtuluş yok, hemen ‘ölü’ numarasına yatmış. Eğitimciler buradan sonuca varıyor: Kimi özellikler ana karnında kotarılıyor. Bu tür oluşumların saptırılması, olanaksızdır.  Hangi yöntemi uygularsak uygulayalım, kediye ‘hav hav’ dedirtemeyiz. Köpeğe de miyav… Gerçi kediye, köpeğe kimi işleri gördürebiliyoruz; ancak bir yere kadar. Bizim kedi, kapının koldan tutularak açıldığını taklitle öğrendi. Dışarıya çıkmak istediğinde, aynı hareketi yapıyor.
            Benzetme garip gibi görünebilir; ama sormadan da duramıyor insan. 1945 yılının nisan ayı. Ruslar Doğu’dan, müttefikler Batı’dan Berlin’e girdiler. Adolf Hitler, yer altı sığınağında gizlenmiş; ama boş durmuyor, körpe çocukları sokak savaşlarına itiyor. Batılı komutanlar demişler ki:
            -A.Hitler’in teslim olacağı yok. Binlerce körpe çocuk sokak savaşına itiliyor. En iyisi, biz Berlin’i hasır yöntemiyle (hedef gözetmeden) yerle-bir edelim.
Müzakere sonunda demişler ki bir de başkana (Cumhurbaşkanı: Franklin D. Roosevelt) soralım. Sormuşlar:
            -Ama orada günahsız insanlar da var; yazık olmaz mı?!
Şimdi iki davranış biçimine bakalım: A. Hitler, Londra bombardımanında ölü, yıkıntı sayısı kendisine ulaştıkça göğsünü yumruklayarak, sevinçten havalara sıçrıyordu. Bir de  öteki davranışa bakalım…
Her davranışın derin kökleri vardır; ama yine de sormadan duramıyor insan: Acaba kötülük ana karnında mı kotarılmış?!
***
KONUK YAZAR:
22 YIL ÖNCEYDİ…
( Karabağ ve Hocalı Şehitlerine…)
                                                                                                              Osman BAŞ
Ben savaş hikâyeleriyle büyüdüm. Şehit çocuklarının torunlarındanım.
Cepheye gidip dönmeyenlerin, dönmeyi düşünmeyenlerin çocuklarından dinlediğim hikâyelerle ve ağıtlarla büyüdüm.
Öğretmen okulu yıllarımda başlayan sevdalarım beni yazmaya ve okumaya kilitlediğinden itibaren zaman mefhumu tanımadan Müslüman Türk milletine hizmeti ibadet aşkıyla yapmaya çalışıyorum.
Daha, lise yaşlarımda tarih ve edebiyat öğretmenlerimden aldığım bilgileri okuduklarımla bütünleştirerek gönül dünyamı Türk dünyasının derinliklerinde yürümek için beslemiş, uzun ince bir yolda bozkırın yalnız adamı olarak delitay hızıyla yol yürümüşüm.
Bildiğim, gördüğüm, okuduğum ve yaşadığın gerçek o ki dünyanın en mağdur ve masum milleti Türk milletidir.
Kimseye zulüm yapmamış, silah çekmemiş, en güçlü olduğu dönemlerde dahi mazlumun ve kimsesizin yanında olmuş, İlay-i Kelimetullah aşkıyla dünya hayatını yönlendirmiştir.
Bu gün dünya üzerinde yaşayan Türk coğrafyasına baktığımız zaman üzüntülerimiz devam etmektedir.
İşte Irak’ta Türkmenler, Doğu Türkistan, son günlerde Suriye’deki kardeşlerimiz, Balkanlar ve Karabağ. Son dakika Kırım, Unutamadığımız Hocalı.
Son asrın katliamını ne zaman kaleme alsam, yaşadıklarımı ve dinlediklerimi okuyucularımla ve dinleyenlerimle paylaşsam duygularımı izahta zorlanıyorum.
Bugün bize bir takım asılsız ithamlarla söz söyleyenler önce aynaya baksınlar. Karabağ halen işgal altındadır.
Dünyayı idare ettiğini ifade edenler neler yapıyor, neden gereğini yapmıyorlar. Elbette biz biliyoruz. Onlarda bizim bildiğimizi biliyorlar.
22 yıl önce…
1992 yılı 25 Şubatı, 26 Şubata bağlayan, karlı ve soğuk bir gece.
Karabağ’da Hocalı kasabasında ani bir baskın ve toplu katliam başlıyor.  Kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden, ayırt etmeden bomba ve kurşunlar yağıyor.
Kucaklarında bebekler, ellerinde çocuklar kasabada mahşer yerini andıran sesler arasında insanların yaşadıkları evleri terk edişleri, dağlara, tepelerin ardına kaçışları.
Türk ve Müslüman olan kardeşlerimize uygulanan vahşet ve dünyanın sustuğu günler.  Kar’ın kırmızıya boyandığı geceyi yaşayanlardan defalarca dinledim. Bakü’de, Ağcebedi, Berde ve Şeki’de iki binli yıllarda kamplarda yaşıyorlardı.
Yaklaşık bir milyon insan, toprakları ve evleri işgal altındaydı. 
Bu yazımı okuduktan sonra umarım birçok okuyucum hatırlamak, bilgilerini yenilemek için 1992 yılı Şubat ayının 25’ini 26’sına bağlayan gecenin hikâyesini yeni baştan okumalı ve araştırıp yeterli bilgiye ulaşmalıdırlar.
Okuduklarının her cümlesi ve kelimesinden duygu alacak, gözleri dolacak, dünyaya bakıp yazıklar olsun diyecek ve bir milletin son dönem yaşadıklarını araştıracak, bilgi sahibi olmak için okuma alanını genişleteceklerdir.
Ermeniler, sivil, kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmadan 613 kişiyi en ağır işkencelerle şehit etmişlerdir.  83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’den fazlası ise yaşlı. O gece 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi ise rehin alınmıştır. 150 kişi ise kaybolmuştur.
Hocalı ile ilgili bütün kayıtlarda aynı rakamlara ulaşıyoruz.
Gerçek o ki Ermenistan, kardeş ülke Azerbaycan topraklarını işgal altında tutmaktadır.
O toprakların sahipleri madurdur, evlerine ve topraklarına kavuşmak istemektedirler.
22 yıl oldu. Dile kolay.
Ey insan hakları savunucuları neredesiniz…     
Siz kimleri savunuyor, kimleri savunmuyorsunuz…

EY GÜZEL KIRIM…

            Son günlerde Kırım’dan gelen haberler bizi üzüyor.
            Rus askerleri Kırım sokaklarında yürümeye başaldığından itibaren huzursuzluk başladı. Doksanlı yılların sonundan itibaren Türk dünyasının dört bir yanında var olan gönül dostlarımla sayısız programlarda ve toplantılarda beraber oldum.
            Birçok kardeş ülkeye gitmek nasip oldu. Sayısız misafir ağırladım. Uluslararası porgramların projelerini yapıp hayata geçirdim.
            Kırım içimde hep bir sevda olarak kaldı. Birkaç kez alt yapı hazır olmasına rağmen nasip olmadı. Kırım’a gidemedim.
            Umarım en kısa zamanda nasip olacaktır ve Karadeniz’in kuzey kıyılarında İsmail Gaspıralı ve Cengiz Dağcı’ya dua okuyacak, Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemil Kırımoğlu ile ana vatanında görüşmek nasip olacaktır.
            Kırım Karadeniz'in kuzeyinde denize uzanan tarihi yarımada. Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin nüfusu yaklaşık 2 milyon. Burada Ruslar, Ukraynalı ve Kırım Türkleri yaşıyor.
            2 Şubat 2014 Pazar günü Ankara Güvenpark’ta konuştuğum, bilgi aldığım ve dinlediğim herkes Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü istiyordu.
            Belli ki Rus askerlerinin Kırım’a gelmesi tedirginlik yarattı.
            18 Mayıs 1944 tarihindeki büyük sürgünü büyüklerinden dinleyen bugünün insanları ses vermek ve kamuoyu oluşturmak için hareket halindeydiler.
            Endişe verici gelişmeler. Umarım uluslar arası çalışmalar amacına ulaşır da Kırım Türkleri rahat nefes alır.
            Ellerde taşınan pankartların bazılarını okuyucularımla paylşamak istiyorum.
Bağımsız, bölünmez demokratik Ukrayna.
Kırım, Kırım Tatarlarının vatanıdır.
Türkiye Kırım’a ses ver.
Dün Stalin, bugün Putin.
Kırım Tatarları teslim olmayacak.
Bir avuç halk değil bir yumruk milletiz.
Kırım’da Rus bayrağı istemiyoruz.
            Kırımda yaşayan onlarca arkadaşım, dostum var. Görüşüyorum. Huzursuzlar. Dünyanın ses vermesini, Rus askerlerinin Kırım’dan ayrılmasını istiyorlar.
            Son günlerde gündemde olan ve sürekli dinlediğim “ Ey Güzel Kırım” ben türkü diyeyim siz ezgi deyin. İsmi yazdığınızda internetten hemen ulaşıyorsunuz. Bulduğunuzda mutlaka dinleyin. Bir de hikâyesi var;
            “Stalin Almanlara yardım ettiği için bütün Kırımlıların sürülmesini ister. 423.100 Kırımlı hayvanların taşındığı vagonlara doldurulur. Zorla uzaklaştırlır. Tam bir ay sürer. Bu yolculukta 200.000 civarında başta çocuklar ve yaşlılar olmak üzere insanlar ölür.
            Yurtlarına tekrar alınmazlar. Yıllar sonra Fatma Teyze turist olarak Kırım’a gelir. Girer. Yürek yakan, muhteşem sözleri yazar ve bestelenir.  Bir vatan türküsü olur.

Ey Güzel Kırım…

Aluşta’dan esken yeller
            Yüzüme vurdu.
Balalıktan ösken evge
            Köz yaşım düştü.

Men bu yerde yaşalmadım,
            Yaşlığıma toyalmadım,
 Vatanıma hasret oldum,
            Ey, Güzel Kırım.

Bahçaların meyvaları
Bal ile şerbet
Sularını içe- içe
Toyalmadım men.

Alıp geldim selam sana
Sana hasret milletimden
Kucağını açsan bana
Ey, Güzel Kırım.

GÜN OLUR ASRA BEDEL       
                                
            “Gün olur asra bedel “ifadesindeki derinliği yıllar sonra saniye saniye ekran karşısında yaşıyorum. Neyi düşünmek gerek, kime, nereye ne söylemek gerek, nereden haber almak gerek bilinmezinde haber kirliliği dedikleri kelimelerin arasında saatlerce anlamsız cümlelere kilitleniyorum. Ölümün bile hayırlısını diliyorum.
 Gün olur asra bedel Cengiz Aytmatov hocaya ait bir romanın adı. Hocayı da anıyor ve dua ediyorum.
            Mesafe dedikleri ne ki uzağın ve yakının arası ne ola ki. Gönül dergâhında zamanın ve mesafenin anlamı nedir, bilen bilir.  Dualarda birleşenler öylesine bütünleşti ki kandil kandil sema oldu, ayazca üşüdü… Don tuttu yüreğin derinliğinde sevgi adına, aşk adına, büyük davalar adına ne varsa sessizce. Yalvarış ve yakarışlar dalga dalga teslim alırken rüzgârı pusuya düşürdü, günde güneş…
            Yıllar öncesinin öksüz ve yoksul başkent akşamlarının yarı çıplak caddelerinin ıslanmışlığı kurumamışken sohbete akmanın, hemşeri olmanın, ülkenin yarınlarına milli olup sahip olmanın yeniden şahlanışında tanış oldu gözlerimiz.
            Bir köy esintisiydik başkente. Daha caddelerine alışamamıştık. Daha birden fazla katlı binalara yabancıydık. Daha kalabalıklara akamıyorduk, daha fakirdik, ceplerimiz boştu, okula gidecek otobüs biletimiz yoktu.
            Dikimevi’nden ve Kurtuluş’tan Beşevler’e yürürdük sabah akşam. Eğitim Enstitüsünün dershanelerinde tam ders yapacakken, okuyacakken doludizgin, bütün derslerden tam not olmak için yoğunlaşmışken okulu açık bulamazdık nedense… Süresiz tatil olurdu hep.
            Ahmetler’deki Sivas öğrenci yurdunun ikinci katında 12 nolu oda. Kaloriferler hiç yanmazdı… Sular don tutardı ayaz gecelerde, sıcakta ise kendiliğinden kesilirdi.  Zaman o zamandı işte, nedendir bilmem o günleri yazmak hep korkuttu beni. Her gün kendimi zararda hissederdim. Kâr edenler hep başkalarıydı.
            Onca zorluklarda, onca yokluklarda sevdalarımız çok zengindi. Bu zenginliğin her karesinde kendimizi buluyor, her derdimizi unutuyor, Tuna Boylarından Çin Seddi’ne doludizgin at sürüyorduk. Tanrı dağlarından Hira dağına uçuyordu körpe yüreğimiz.  Allah için, İslam İçin, Vatan için, Bayrak için, Türkiye ve Türk Dünyası için hizmet aşkıyla yanıyorduk.
            Bütün sermayemiz bu kadardı. Hiç zengin olmayı istemedik. Hiç kul hakkı yemedik… Okuduk geceler boyu, kültürlü olmak istedik, dahası her şeyi bilmek istedik. Ülkü denen bir sevdaya tutulduk. Töre dedik… Ata dedik… Türk-İslam kültürüyle yoğrulduk aş olmak için.  İşte, o günlerde sen Muhsin başkandın.
            Yurdun çatlak pencere camlarından içeri sızan serin odalarında dokuz delikli tuğlalara tel bağlardık, bizi ısıtsın diye. Çaydanlık olup buhar salsın odaya… Yurt Müdürümüz Sivas’lı Cabbar ağabey donardı biz üşürken. Bilenler bilir elbet. Betonların çok soğuk olduğunu… Bir döşek, iki yorgan ve üzerinde battaniye ile ısınmayan gecelerin derinliğinde nasıl üşündüğünü bilen bilir.
            “Beton çok soğuk; Üşüyorum.” ifadesiyle titreyen yüreği, yüreğime karıyorum.
 Artık başladım. Bu yazı devam edecek… 1976 yılından bu güne hayatımı yazmaya bu bitmeyen, sabah olmayan gecede başlıyorum.
           
            Dört mevsimim baharı bekliyorken,
            Dumanlı dağda bulutlar ağlıyor.
            Kardelen üstünde kar eriyorken
            Kara haber gönülleri dağlıyor. 

            Ey dünyaya gözlerini gülerek kapatanlar, bilesiniz ki size saygı ile anacak ve dünyalık dualarımda sizleri hiç unutmayacağım.
            Bilinen bir gerçek var ki baki âlemde buluşacağız.
            Gülle güle Muhsin başkan…
            Mekânın cennet olsun…  
01.04.2009


Not: Bu yazı Muhsin YAZICIOĞLU’nun kaza ve vefat haberi sürecinde kaleme alınmış ve Tokat gazetesinde “ Gönül Çeşmesi” köşemde yayınlanmıştır. (Yazıya şiir dörtlük eklenmiştir. Umarım okuyucularım beğeneceklerdir.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder