21 Ağustos 2013 Çarşamba

KONUK YAZAR:
KİLİMİN DESENİ
                                                                                 Nadir ŞENER HATUNOĞLU
                                                                                  (Matematikçi - Bilim Uzmanı) 
Nadir Şener HATUNOĞLU
Matematikçi-Bilim Uzmanı
Omurgamdan yatağa çakıldım. Yardımcım Sultan  hanım, yemeği önüme koydu. Elim kaşığa gitti; fakat gözüm kilimin nakşına takılıp kaldı:
            - Öğretmenim, yine nerelere gittin öyle?!
            - Çizmelerin mahmuz şakırtısı…
            - Hangi çizmeler? Ne şakırtısı?
15 Mayıs 1919. Düşman askerleri İzmir’de. Caddede sıraya dizilmişler. Komutanlar bakımlı atların üstünde.  Hepsinin  formaları pırıl-pırıl: “Rap rap rap!” yeri-göğü inletiyorlar.  Bu sırada, yüreği göğsünü ‘gümbür-gümbür’ döven bir yiğit EFE, tabancasını çekerek, en öndeki sancaktarın alnının ortasına  iz bırakıyor…
            İstanbul daha hüzünlü… Ortak düşman komutanlar, pırıl-pırıl çizmeleriyle, vatanın bağrında tepiniyorlardı. Yurtseverler ve komutanlar toplanıp karar verdiler:  
             “Ya istiklâl ya ölüm! ”
             “Yedi başlı azgın dev çöktü üstüne Türk’ün,
            “Tutuştu alev-alev yüreği Atatürk’ün.
            “İstanbul’dan Samsun’a çıktı yola seherden,
            “Yükseldi güneş gibi göğün bittiği yerden.
19 Mayıs 1919 Samsun; giderek Erzurum. Rütbesini söküp atmış, artık sıradan bir yurttaş olmuştur Gazi Mustafa Kemal. Peki niçin Erzurum?! Erzurum Dadaş’ı vatanın bağrında tepinen düşman çizmelerinin acısına dayanamamış, yeniden bağımsız bir TÜRK DEVLETİ kurma girişiminde bulunmuştur.
En azından şu sıralar, acil giderler için ‘bin ‘ adet altın gerekmektedir. Halk yoksul kalmış  Erzurum Kongresi’nin baş aktörlerinden emekli Binbaşı Süleyman Hatunoğlu, endişeyi dağıtıyor:
            -Ben savaştan savaşa koşmaktan, evlenmeye fırsat bulamadım. Çoluk-çocuğum yok. Birikmiş (dokuz yüz) altınım var. Bunları devletime veriyorum. İleride düze çıktığımızda, geri verilse de olur verilmese de… (T.S.K. arşivinden. N.Ş.H.)
            Savaş; ama asker, çarık-çorap, nafaka, gömlek, ceket, silâh yok… İnönü kırsalında kazanılan zaferi, günümüz koşullarında değerlendiren genç subaylar, küçümseye-bilirler. Bu zafer, yırtılan Türk aort damarına atılan dikiş olmuştur. Bu nedenle de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; General İsmet İNÖNÜ’YE çektiği telgrafta, şunu söylüyor:
            -Sen orada, TÜRK’ÜN makûs talihini yendin!
             ***
KONUK YAZAR:
Adım Salih, 13 yaşındayım
                                                                                                          Osman BAŞ
Osman BAŞ
            1999 yılı Aralık ayının son günleri, akşamı mevsim normallerinin üzerinde seyreden soğuk bir gece yarısı sonrasında Ankara Zekai Tahir Burak Doğumevinde dünyaya gelmişim.
            Babam sabaha kadar uyumamış ve annemi ve beni de görememiş.
            Ameliyat ve servis bölümleri arasında kendi ifadesiyle “iki ileri bir geri” olta atıp durmuş.
            Aralıklarla servisteki görevlilere gidiyor “ ne olur bana yardımcı olunda oğlumu ve hanımımı göreyim “ diyormuş. Ama nafile kimse yardımcı olmuyor, “ Daha hazır değil” diyorlarmış.
            “Biliyor musun oğlum, o gece sabah oldu ya, gerisi gam değil. Sesini bir duysam, ağladığını, annenin gülümsediğini görsem telaş etmeyeceğim. “
            “Hamamönü’nde İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif’in bir dönem yaşadığı evinin de bunduğu yerdeki Camiiden okunan sabah ezanının harika bir esintisi ve duygusu ile inanılmaz huzur ve rahatlatan imamın sesiyle kendimi camii de buldum.” O geceye ne zaman hatırlasa hatta anlatmaya kalksa babam duygulanıyor.     Babama o sabah ne dua ettin diye defalarca sordum. Her defasında gülümsedi. “ şükür ettim.” dedi. “ sağlık ve mutluluk “ diledim dediğinde kucağına atlayıp öptüğüm anlar çok olmuştur.
            Artık 13 yaşlı bir genç oluyorum. Annem; “Her gün değişiyorsun. Boy atıyor, toy salıyor, sakal uzatıyor, gül açıyorsun.” Diyor.       
            Biliyorum değişiyorum.
            Annemin bu söylemleri beni mutlu ediyor. Babam çaktırmadan bıyık altından gülümsüyor, göz ucunu benden hiç ayırmıyor.
            Hastaneye döndüğünde annemin odasında ikimizi bulunca babam kontrolü kaybedip, ellerini havaya kaldırarak; “ Allahuekber… Şükür Allah’ım”            diye bağırmış.
            Sonra beni kucağına alıp koklamış ve öpmüş. Anneme teşekkür etmiş.
            İlk defa baba olmanın tadını, lezzetinin verdiği duygu ile dünya hayatının her şeyi değişince babam annemi daha bir korumuş, incitmemiş, üzmemiş.
            11 yaşındaydım. Babam haber göndermiş okula, Salih hemen eve gelsin diye. Dersten aldılar beni, müdür bey saçlarımı okşadı, “izinlisin bu gün haydi eve git” dedi. Kafam karmaşıktı. Korktum. Dedem hastaydı ve onu çok seviyordum.
            Eve geldiğimde babam kapıda karşıladı. Elimi tuttu dedemim odasına götürdü. Dedemim sağ başucunda babaannem oturuyor. Elinde peçete ve yanında zemzem suyu ile dolu bardak gözlerini hiç ayırmadan dedeme bakıyor ve içinde sürekli bildiği dua ve sureleri okuyordu.
 Karşı taraflarda annemler Kur’an okuyorlar. Babam ayakucuna diz çöktü. Bana da babaannemin yanına oturmamı işaret etti.
            Odada çıt yok. Babaannem odada sinek uçurtmuyor, gül suyu ile havayı temizliyor. Tatlı bir huzur akıyor içime. Dedeme gülümsüyorum.
            Salih dedem. Bana adını veren dedem.
            “Geldin mi oğul. Gel. Gel. Gel… “ Ellerini bana uzattı. Ellerimi avuçlarının içine aldı. Diğer eli ile üzerine koydu. Babama hitaben;
            “ Siz beni mutlu ettiniz, dünya hayatımda sizden memnun kaldım.
            İnşallah Allah’da sizden ve benden razıdır.”
            Babamın gözleri dolu, babaannemin gözleri hiç hareket etmiyor, dedeme kilitli. Dedem yarı baygın gözlerler babam, babaannem ve benim üzerimde geziniyor. Gülümsemeye çalışıyor.       
            Babama hitaben; “ Hakkım sana ve ailene helaldir.” Tane tane derinden bir sesle “ sen ve dahi gelinim, torunumda bana hakkınızı helal edesiniz.”
            Babam, dedemin başucuna geldi. Ellerini avuçlarına koydu. Öptü, öptü, öptü… Sonra uzandı, iki yüzünü öptü. “ dedem babamla bir ara yüzü yüzünde kaldı. Babam ellerimi alıp dedemin elini verdi. Bende babam gibi yaptım. Ellerini öptüm. Öptüm, öptüm… Bırakmadım yüzümde tuttum. Çok sıcaktı.
            Bir ara anneme baktım, gözlerinden çeşme misali yaş akıyor ama dedeme göstermiyordu.
            Babaanneme bakamıyorum.
            11 yaşındayım ve yaşadıklarımın izahını yapamıyorum. Ama dedemi çok seviyorum.
            Neden sonra babam beni odadan dışarı çıkardı.
            Bu gün dahi o dakikaları hatırladığımda dedeme dayanamıyorum. Helalleşmek çok önemli ve güzel şeymiş. Babamdan çok duymuşum ki; “ dedem hepimizden razı gitmiş. Hakkını helal etmiş. Dünya hayatında çok mutlu olmuş ve emanetini çok kolay teslim etmiş.
            Dedemi çok özlüyorum.
            Her fırsatta dedemi ziyarete gidiyoruz. Ona beklediği duaları ve hatimler gönderiyoruz. Babaannem çok mutlu oluyor.
             İyi ki doğmuşum.
            Dedemin adı yaşıyor.
            Babaannem mutlu, dedeme kavuşmak için hazırlık yapıyor.
            ***
AŞK SIRRA KADEM BASTI…
             Osman BAŞ
            “Şiir, dilin anlam, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde kullanarak; bir olayı,   duygu ve düşünceyi ifade etme sanatı olarak tanımlanabilir.” denmiştir.
            Şiirin tanımı için çeşitli sanat anlayışlarına göre farklı yaklaşımlar yapılmış, hatta şiirin tanımlanamayacağı da öne sürülmüştür.
            Yahya Kemal Beyatlı şiiri "Bildiğimiz musikiden farklı bir musiki" olarak tanımlarken, Cahit Sıtkı Tarancı'ya göre şiir "Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır" Ahmet Haşim şiiri "Söz ile musiki arasında olan fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisan" olarak tanımlar. Necip Fazıl Kısakürek ise şiir için "Mutlak hakikati arama işidir" der. Bu satırların yazarı ise; “Şiirim şairin yüreğindeki sırdır.” Diye tanımlar.
            Bu tanımları çoğaltmak mümkündür.
            Son günlerde okuduğum ve bir çok  şiirini şairinden dinlediğim bir kitabı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
            “Aşk Sırra Kadem Bastı” Türkçe Sevdalıları Derneği Başkanı Uğur Kılıç’ın ilk şiir kitabı. 2010 yılında Kültür Ajans yayınlarından çıktı.
            Yrd. Doç. Dr. Erol Barın sunuş yazısında; “ İnsanların sevdaları için bile eline kalem almadığı bir çağda yaşıyoruz, ne hazin… Oysa bu topraklar kaç sevdanın mayasıyla yoğrulmuştur. Hislerimiz ölüyor, kalemimiz elimizden alınıyor sanki. Ancak Uğur Kılıç gibi genç şairlerin aşkın narına yandığını görmek, içimizde yepyeni umutların yeşermesine yol açmıştır.
            “Aşk Sırra Kadem Bastı” bir nevi aşka adanmış kitaptır. Şiirlerin sevda ekseninde toplanması da bunu gösteriyor. Heceyle yazılan şiirlerin yanı sıra ölçü gözetilmeden yazılan şiirlerin gönlünde iz bırakacak güçlü mısralar söylüyor şair.”
            Uğur Kılıç’ın üniversiteden hocası da olan Barın’ın şair ve kitap ile ilgili yazacak çok şeyi olduğunu biliyorum.
            “Yürekteki iki büyük sevdaya ithaf edilen şiirlerin derinliğinde yürürken duygu adına istediğin her alan ve konuyu bulmak mümkündür.
            Uğur Kılıç’ı okumak başka, dinlemek başkadır. Türkçe Sevdalıları Derneği ve Kümbet Altında Dergisi olarak Altındağ / Hamamönü Kabakçı konağında gerçekleştirilen kültür ve edebiyat programlarının mimarıdır.

            “ Gözlerinde bir tebessüm bırak gönlüme,
            Kaplasın içimi sevda ateşin…
            Yokluğun düşerken iklimlerime,
            Bitsin artık apansız çekip gidişin!”

            Aşk ışığının gizli olduğu tendeki,  sevabı ve vebali sevgiliye sunmak ne zor şeydir. Yüreğin içinde filizlenen sevdaların merkezine oturan mısraların ve devamının ömrün bir bölümünü çalmasına rıza gösterenlerin sayısı ne kadardır.
            Bir ömür boyu aranacak yar için yazılan şiirin mısralara oturup, dizeleşerek dörtlüklerle okuyucuya uzanmasına kadar, geçen vaktin ve yaşanılan duygunun izahı elbette şaire aittir.
            Şair, kitaba adını veren “Aşk Sırra Kadem Bastı” şiirinde;

            “Bir yüzü yaşam dünyanın
            Diğer bir yüzü ölüm…
            Sevda bir nefeslik durak,
            İkirciklenir yürek,
            Geç kalınmış yarınımız
            Yaşam, ölüm, aşk arası
            Yürekte sevi yarası
            Son umut kendini astı,
            Aşk sırra kadem bastı…”

             Atmış altı şiir bulunan ve yetmiş iki sayfa olan kitabı; bütün şiir yazan, okuyan ve şiir dostu olan herkese tavsiye ediyorum. Kesinlikle kendi hayatlarından kesitler bulacaklar ve birçok şiiri de birden fazla okuyarak önemli notlar alacaklardır.
            “ İyi kitabın övgüsü kendi içinde saklıdır” denmiştir.
            ***
DELİTAY UZAKLARA GİDİNCE…
Osman BAŞ
            Bahara yağmur olmuş gözyaşların kendi ıslanışına neden olan akıntılarının hesabını soracak sabâ rüzgârını arıyorum.
            Ey sabâ rüzgârı! Sen cansın, canansın. Bu gecenin sabahında yüreğimi teslim almalı ve serinliğinde güne merhaba demeliyim.
            Yâr görmüşlüğü, tutmuşluğu, gülümseyişi zamanı birleştirirken bal tadındaki muhabbete kavuşmalı ve mutlu olmalıyım. Gül aşkı ve vaktini şafağını dua ile karşılamalıyım.
            İnsan beynini yormayacak, vakte hüzün salmayacak kelimelere selam verişim sağlıklı dakikaları hissetmem ve yaşamamla aynı paralel de yürüyüşe katkı sağlamak içindir.
            Yâri terk etmiş ya da uzak diyarlarda olan bir aşığın halini normalleştirecek, derdine çare olacak ilacın halen üretilmemiş olması, çağımıza artı olmayacaktır. Çile çeken âşıkların işini düzeltecek projeler halen yoktur.
            Elem ve kederin bitmediği anlarda sözü ve tedbiri bilmek rahatlığını yaşamak güzeldir.
            Gidenlerin gelenlere denk olmadığı anlarda sürat köprüsü geçit vermez olur. O an şair olmak nicedir, bilinmezdir.
            “Söze kulak asmak, ateşe su olmaksa, ses veren her akıntının serinliğinde mutlu olmalıyım.”
            Lâ havle gülümseyişinde dua ile beslenişin ılık rüzgârıyla ufukların ötesine sefere çıkmalıyım.
            Avuçlarımda ne varsa aralıklarla yok oldular.
            Değerler, benler ve gerçekler ani çıkışlarla beni yalnızlığımla baş başa bıraktılar.
            Kendi hayatını istediği gibi yönetenlere gıpta ile bakıyor, imreniyor ve nedenlerine takılmadan kendim dahi tarif edemediğim bir burukluk yaşıyorum.
            Gece bitiyor, düşlerimle senli benli konuşurken. Bilgisayarın duşları arasında sabaha giden yolları bir türlü bitiremiyorum.
            Kalem dostluğunu duşlarla yakalamam mümkün olmuyor.
            Seviyesi tarifsiz yorgunluğumun korunmaya ihtiyacı var. Bozkır yalnızlığımın sızılarıyla baş başa masum ve sessiz dünyama umut olacak desteği aramalı bulmalı ve beynimi rahatlatmalıyım.
            Kapıların ne halde olduğunu unutmuşluğun ara sokaklarında gece sabahı, sabah geceyi düşlemektedir. İçeride ve dışarıda var olmak, bende buradayım diye haykırmak için doğduğum köye mi gitmek gerektir.
            Köyüm, bıraktığım günün neresindedir.
            Sormadan gelenlerin, aniden gidişlerini taşıyamıyorum.
            Ankara sonbaharı bitirmek üzeriydi. Güneş bitiyor, ılık rüzgâr gidiyor, hava üşüyor, ben titriyorken doğduğum köye doğru yola çıkıyorum.
            Günler su gibi akıp gidiyor ben babamı unutamıyorum.
            Babam hayatını hiç kimseyle paylaşmadı. Bütün hatırlatmalarıma rağmen annemi hiç anlatmadı. Sadece hakkını helal etti.
            İşte bu yüzden ben duygulara teslim olup yazıyorum.
            Yaşadığım onca ölümler, beni kendi seyrinde önce teslim aldı sonra yola saldı. İstediğini aldı, istediğini yükledi.
            Önce annem… annem… annem…
            Sonra, Delitay uzaklara gitti. Bıraktığım yerden dönmedi.
            Babam son bayramında gelininden paça çorbası istedi.
            Derin bir nefes, tartışmasız bir rahatlayışın bütün vücutla paylaşımıydı.
            Çocukluğumdan bugüne hayatımda neyim varsa paylaşmalıyım.            Şimdi, bahara yağmur olmuş gözyaşların kendi ıslanışına neden olan akıntılarının hesabını soracak saba rüzgârını arıyorum.
            Ey sabâ rüzgârı! Sen cansın, canansın. Bir gecenin sabahında yüreğimi teslim almalı ve serinliğinde güne merhaba diyecekken beni ebedi mekânıma almalısın.
            ***
DUA’YA TESLİM OLMAK…
                                                                                              Osman BAŞ
            Mübarek gün ve gecelerin değerlendirilmesi, üzerinde konuşulması, yorumlar ve yazılar yazılması bu çok önemli ve hassas alanda okuyucuyu ve dinleyiciyi tatmin eden konferanslar, paneller düzenlemek ve açıklamalar yapılmak ne kadar güzel.
            Söz söylemek; yeterli bilgi ve birikimli olmayı gerektirir. Yazmak için daha da ileri seviyede araştırmalar yapmak çok önemli bir ayrıntıdır.
            Rahmet elçisi, örnek ahlakı, El-Emîn oluşu, kendisine duyulan derin sevginin, gönüllere ilmek ilmek işlenişi, sözlere ve toplumsal bilince aktarmak amacıyla her yıl daha yüksek, istekli, heyecanlı bir şekilde dünyaya gelişlerini hatırlamak dua okumak, O’na yakın olmak için gece ile gündüzü dua ile birleştirmek ne güzel.
            Yakarış, yöneliş, arındırmak, kim bilir kendimizi denetleme, nerede olduğumuzu bilme ve bulmanın zamanla bütünleşerek, huzura giden yollarda varsa çamur, ayrık otu, dikenleri temizlemek gerekmektedir.
            Milli ve manevi değerlerimizin şükür ve dua merkezleri olan camilerimizde yapılan mevlit programlarını seviyorum. O gece ve akşamlarda evde isem ailenin iftar sofrasında olmanın tadı ve lezzetini yaşıyor kendi serinliğimdeki nefeslerimle geceye hazırlık yapıyorum.
            Akşam ve yatsı vakitlerinde dua görevlerimi ifa edip televizyonlarda, kaza namazları öncesi mevlit dinlemek beni dinlendirmekte ve duygu yüklemektedir. Eğitimli ve güzel sesler çoğu zaman damlalarla süsleniyor, yüreğim gözlerimle bütünleşiyor.
            Dünyaya gelişlerinin ilk saniyelerindeki değişimler ve belirtilerin tatlı gülümseyişiyle, okudukça rahatlıyorum. Dinlediklerimle zirveye ulaştığımda yerimden kalkıyor, diz değiştiriyor, masam da ne varsa bir yudum ya da bir lokma alıyorum.
            Bu davranışlar için beynim hiçbir talimat vermiyor. Tamamen istendik ve kendi seyrinde gayri ihtiyari vaktin zamana teslimiyetiyle anlık uzanışlar.
            Okuyorum, günlük bilgi ve birikimlerimi sürekli besliyor,           duaya teslim oluyorum.
            Geceye uzanan, karanlığı aydınlatan ne kadar güç varsa; “uzakları yakın, yakında görünen uzaklarımı avuçlarımda toplayıp, yüz sürmenin, gül suyu sunmanın, kenetlenmiş kalp ve ellerin beraber yol hazırlığında olmalarının ötesinde gönül birliği içinde gülümseyişlerini bilmek, görmek ve dahi hissetmek “ol “ emri istikametinde saniyeleri dakikalara gönderişi izlerken akşama ve sabaha merhaba demenin ne güzel bir sesleniş olduğunu muhataplarla paylaşıyorum. Olmanın bıraktığı ne varsa nefes hecelerine “devam” diyebilmek selam verip uyumak istiyorum.
            Tenim saba makamında bir şarkının kendi ekseninde döndükçe, karanlığım kendi içime saldığım aydınlığım olduğunu biliyor ve gördüğümde üşüyorum. Hissediyor, titriyor, soğuk dakikalarıma renksiz merhaba diyor, don tutmuş havaya inat, tenime dokunan sıcak, dört yanımda dönüp duruyor.
            Sessizlik içinde öğrendiklerim ve öğreneceklerim nasıl yaşamam konusunda kendi yanlışlarım ve doğrularımı karıştırmadan gül aşkıyla nefes almamı sağlıyor.
             Şükür ediyorum ki beynimi kontrol altında tutuyor, mevcut söylemlerin sağlıklı tahlilini yapıyorum. Kendimi teslim ettiğim dinimi biliyorum ve mutluyum.
            Nefsin insanı olumlu ve olumsuz nasıl teslim aldığını çok iyi bilenlerdenim.
            İnsan bir sorunla karşılaştığında, kalbinin kapılarını sürekli açık tutmalıdır.
            “ Doğru tercih” gereklidir.  Su üzerine yazı yazmak için asla bir gayretim ve talebim olmamıştır.
          İlahi esintilerin kalpleri okşadığı, asra bedel olduğu gecelerde, dualarımın makama ulaştığını bilseydim. Hayatıma olumlu yansırdı diye düşünüyorum.
         Bu günlerin feyzi üzerinize, rahmeti geçmişinize, bereketi evinize, nuru ahretimize, sıcaklığı yuvamıza dolsaydı. Kalabalık ailelerin günümüze yansımış haliyle sofralarımızın dolup taştığı hane büyüğü olarak yaşamaya hazırdım.
            Felek ferman dinlemez dense de, feleğe talimat verecek makamın yetkileri benim bilinmezlerim arasındadır.
            Anlaşılan ve anlaşılmayan, istenilen ve istenmeyenler hanesinde üzerime yürüyen akıntıların ağırlığını sürekli hissediyor ve kurtulmak da istiyorum.
            Kelkit yüreklim, dalgalarla dostluğun, sulara dalışın ve akıntıya teslim oluşun manilerle beslendiği kültürün kendine has güvenliği ve huzuru vardı.
            O varsa hedefte milli ve manevi dünyamın bütün meyveleri dalları eğecek kadar dolu olur, güneş yanmışlığında kızarır ve olgunlaşmaya doğru yol alırdı.
            Fetih yüreklim. Yıldızları selamlayıp, ufukları avuçlarımızda toplarken, mavinin bütün tonlarından göz sefamıza tatlı bir sunum yapıp, tarihin derinliğinde sefere çıkmak için hazırlıkları tamam etmek gerek. Yol gitmek, yolcuya yoldaş olmak için,  ben sana teslim oluyorum.
            Teslimiyetim fetih yüreğinedir. Vaktim millet aşkımla tamamlanmış bir tas ayran serinliği güveninde hizmet aşkımla var olmaktadır.
            Her şeyi anlıyorum. Türk –İslam ikilisi adına belleğimde ne varsa, hayat damarlarımda güvenle dolaşmaktadır.
            Zaman çok kısa ise, ömür uzatmanın çabası beyhudedir.  Acele ve ecele merhaba demenin neresinde olmam gerekse oradayım.
            Ankara’ya kar yağıyor. Ara sokaklarında Dikimevi’nden Abidinpaşa’ya doğru yürüyorum. Eski mahalleme gidiyor olmam yoruyor beni. Yokuşları sevmiyorum.
            Dikmen yamaçlarında çocuklar tahta üzerinde aşağıya akmaya çalışıyorlar. Ben yürümeye…
            Akşamlarım kendi sessizliğimde yol bulmaya çalışıyor. Yıldızlar selamıma cevapsız kalırken ay pas vermiyor. Uzadıkca uzuyor geceler.
            Hasret yüreklim. Her şeyin yolunda olduğu günlere yakın olmak istiyorum. Şiirin dörtlükleri arasında sörf yapan, dalgalarıyla dans eden güfte samimiyetiyle bestekârlara merhaba diyorum. Piyanonun duşlarında kulaklarımıza akan bir şarkının ritmi kadar tanıdık, bildik olmalı her şey. Su sesi kadar udi, rüzgâr okşayışınca dokunmalı istediğince. Ah… Şu edebiyatçılar. Şairler ve bestekârların birlikteliğini bir türlü anlamazlar ve sağlıklı da anlatmazlar.
            Söz söylemek; yeterli bilgi ve birikimli olmayı gerektirir. Yazmak için daha da ileri seviyede araştırmalar yapmak çok önemli bir ayrıntıdır.
            Beklentilerin umut makamında ses verdiği anlarda tatlı bir ney sesi özlemiyle ufukların ardına otağ kurmak için hazırlık yapmak,  mükemmeli üretmek için malzemenin tam olması gerek.
            “Herkes kendi vaktinin gelmesini beklemektedir.” Denmiştir.
            Olgunlaşma vaktinden önce dönüşüm gerçekleşmezse, dolu vurur, ayaz üşütür, susuz kalıp kuruma faslı başlarsa, yaprak yığını üstünde gönül küskünü yeşermişler nemli sabahlara mecbursa, vakti beklemek nice olur.
            Doğru çözümler, kalp kapıları açık bir olgunluğun aritmetik tablolarında daha sağlıklı sonuca ulaşacaktır.
            “Doğru tercih” sağlıklı beyinlerin elinde hizmet alanında kullanıldığında toplumun, milletin ve dahi devletin yarınları bahar güzelliğinde kendinden emin olarak hasat mevsimine doğru güvenle yol alacaktır.
            Gerçekler, hayal içindeki hayaller değildir.
            Okuyorum, günlük bilgi ve birikimlerimi sürekli besliyor, dua vaktim, sana teslim oluyorum.                                                                                        
            ***
Kaybettiğimiz değerlerin unutulmaması…
                                                                                        Osman BAŞ
            Hayatımın unutulmaz anlarını yaşıyorum. Eylül 2012 de Akçağ yayınlarından çıkan ve ülke sınırları içinde ve dışında bilinen, aranılan kim bilir beklenen kitap Har-ı Bülbül ile birlikte güzel günler yaşıyorum.
            Yazılı ve görsel basın ilgi gösteriyor. Tatlı bir yorgunluk yaşıyor olmanın güzelliğini ve mutluluğumu dostlarımla da paylaşıyorum.
            İstanbul Büyükşehir Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Müdürlüğü kaybettiğimiz değerlerin unutulmaması, minnetle yad edilmesi, yaşayan değerlerimizin kıymetlerinin bilinmesi için programlarına devam etmektedir. Şubat ayı programında, vatan şairi ve yazar Orhan Şaik Gökyay tanıtılıyor. Birçok eseri bulunan çınarımızı; yakınları, şair, yazarlar ve sevenleri çeşitli yönleriyle tanıtıyoruz.
            Program iki saat sürüyor.  Programı edebiyat dünyamızın yakından tanıdığı, bu tür programları televizyon ve salonlarda yıllardır başarıyla yapan Fazlı Karaman beyi tebrik ediyorum. 27 Şubat 2013 çarşamba günü akşamı 19.30 da Güngören Erdem Beyazıt Kültür Merkezi’nde önce; Boğaziçi Üniversitesinden öğrencisi Prof.Dr. Günay Kut; hocayı anlattı. Anlatım sadeliğindeki duruluk dikkati de beraberinde getirdi. Hocanın bilmediğimiz alanlarında bilgiye ulaştırdı. Zevkle dinledik. Aysen Akdemir’in aileden olduğunu herkes bilir. Hocayla komşu olmak, kardeş aile olmak ne güzel bir kazanımdır. Aysen Akdemir anlatıyor, anlattıkça hocanın özel hayatıyla ilgili bilgilere ulaşıyoruz.
            Fazlı Karaman Bey programı sunuyor, bilgi ve birikimleri ile yaptığı hazırlığı dinleyicilerle paylaşıyor. Konuşmacılar ve hoca ile ilgili güzel değerlendirmeler ve bilgiler aktarıyor.
            Bestami Yazgan yılların derinliğinde sürekli beraber olduğumuz halen Kümbet Altında Dergisi yayın kurulu üyesi ve yazarıdır. Çağın Yunus’u, Karacaoğlan’ı bir derviş yürek, gönül dostu. “Bu Vatan Kimin” şiirini kıta kıta açıklıyor. Açıklama sürdükçe duygu alıyor ve salona veriyor, alkışla da destekleniyor.
            16 Temmuz 1902’de İnebolu’da doğan ve 2 Aralık 1994 yılında İstanbul’da hayata gözlerini yuman hoca, uzun yıllar öğretmenlik yapmış; şair, tenkit yazıları ve araştırmalarıyla dikkatleri üzerinde toplamış bir yazar ve bilim adamımızdır. Bizim nesil “ Bu Vatan Kimin” şiirini mutlaka bilir. Yeni nesilde hocayı tanımalı ve onun bıraktığı yüzde yüz yerli ve milli olan sevdaları bünyesinde toplamalıdır.
            Hani; “her taşı yakut olan bu vatan” diyordu ya… İşte bizim nesil, bu toprağın her zerresinin yakut değerinde, hatta ondan da üstün olduğu inancını yüreklerinde duyabilmiş ise, bunu önce ona, sonrada onun gibi duyup düşünenlere borçludur. O duyurdu, onlar öğretti bunu bize. Bizde bizden sonraki nesillere aktarmak ve sevdirmekle sorumluyuz.
            2012 yılı Orhan Şaik Gökyay Şiir ödülünü Akçağ yayınlarından çıkan Har-ı Bülbül adlı şiir kitabımla almam nedeniyle duygularımı ve genel bilgilerimi aktarıyorum.
            İlk ezberlediğim şiirlerden biri olan “ Bu Vatan Kimin” şiiri anılarımı hatırlatıyor, Har-ı Bülbül şiirimi okuyan Fazlı Karaman beyi selamlıyor, Türkçe Sevdalıları Başkanı Uğur Kılıç’ın şahsında Türk gençliğine ithaf ettiğim “Delitay” şiirimi okuyorum.
            Son günlerde içerimde sesli sessiz bir akıntı bu şiirin besteleneceğini söylüyor.
            ***
ŞİİRE TESLİM OLUNCA…
                                                                                                           Osman BAŞ
            Bilinir ki insanın bir tarafı hep çocuk kalır. Yaşı ne olursa olsun, çocuklarla konuşurken, izlerken çocuklaşır. Bazen de özler çocukluğu, çocukça davranır. Yılların derinliğinde kim bilir ne gizemler gizlidir. Çoğu kez yaşayamayacağını bildiği halde özlemini çeker. Yutkunur... Nefes alır... Bir yudum serinliğinde kendi sessizliğini yaşar.
       Sonra şiirler okunur, dosta dair… Kendi derinliğinde ah çeker. “Harika” diye mırıldanır… Kimse duymasın ister. “Yüreğinize sağlık, çok güzeldi.” Alevinde yanar yürekler, kelimelerin tarif edemediği duygular yaşanır.
            Yüreklerin şiire teslim olduğu dakikalarda mevsimli mevsimsiz sevgiye dönüşen yeşil, baharca duygularla nefes alımlık zaman dilimi aralığında teslimiyeti yaşamaktadır.
            Bir akşam mevsim üşür… Düne dair yaşanmamış hasrete bürünür dakikalar… Otogarda hasreti yaşar. Ayrılığa meydan okumak ister. Beklenmeyen saatlere teslim olduğu anları yeniden yaşamamak adına yürür, düşünür,  yutkunur ve oturur.
            Sözlerin düğüm düğüm olduğu, durduğu, yoğun bakıma alındığı, serum verildiği, iğne takviyesi yapıldığı ateş hattına doludizgin at sürdüğü, yay gerip ok attığı hedefe ulaşmışlığı görmeden oturuş. Sormadan oturuş… Ufuklara akmadan duymadan, dolmadan oturuş…            Hasretle beklemenin bitmeyen dakikalarının hesabını doksan yaşında köy bilgesi Hüseyin Dedeye vermek, paylaşmak, dizlerinin dibinde, nasihatlerini almak ister.
            Şiir dünyasını karartan ve aydınlatan ya da ikisini karıştırıp koşar adımlarla yürüyen kaç Ferhat kaldı, kaç Şirin kaldı delice sevecek. Önce dağları delecek… Sevdiğine azık getirecek… Etrafında pervane olacak, saygıyı ve sevgiyi daima destur edinecek, yaşanan her şeyi kabullenip hiç şikâyet etmeyecek kaç Züleyha kaldı.
            Vakti esir almış bir akşamın şarkılara vurgun dakikalarında sessizce şiire akıyorum. Aylar var ki şiir yazmayan ben, dörtlüklerle sırdaş oluyorum. Yağmur sonrası serinliği yaşayan şehrin geceye eyvallah,  sessizce o notaya ulaşıyorum. Haydi, şiirler oku can dost... Dizeler dörtlüklerle süslensin de dostlara sesinden ulaşsın...
            Yemyeşil çimenler üzerine uzanıp mevsimin güzelliklerini saniye saniye yaşarken, sahili akşama ekleyip duyguların doruğuna ulaşmak ve el sallamak alabildiğine, adı ne olursa olsun mutluluğu yakalamak.
            Şiirler yazmak, unutulmayan şarkılar söylemek. İki kişilik…
            Yamaçlarda turnalarla sırdaş olmak bahar özlemiyle… Sitemi, hasreti bağrına basıp yaşlı gözlerle şiire akan ne varsa yüreğinde toplamak.
       Kaç bahar geçer, güz ekler üstüne de ne hasret biter, ne hüzün yaşanır, sevgiyi mevsime karıp aşka doğru yol alır.
        Gönül defterine yazılanlar unutulmayanlardır. Hayat boyu devam eden koşu… Hep önümüzde olmaya devam edecektir.
            Aydınlanmayan hayal dünyasının gri bulutlarını dağıtmaya gücüm yetmiyor.
            Tane tane yıldızlar, tutam tutam bulutlar… Ay’la, güneş arasına sıkışmış bozkırın yalnız adamına ateş olmuş gül aşkı, can aşkı, huzur aşkı...
            Şiire akıyorum. Toprağa su gibi, toprağa fidan gibi, toprağa yatar gibi, toprağı okşar gibi şiire akıyorum…
            Geceler, şairlerin dostudur, yüreğidir, sessizliğidir, kalemidir, leylaklara uzanıştır, kuş oluştur, şahin oluştur, turna oluştur.
            Aşk ateşinin taht kurduğu gönüllerde mevsimin önemi yoktur. Dört mevsimi birbirine karıp, yârin gözleriyle yol gitmenin tatlı yorgunluğunu avuçlarına alıp muhabbet edişin güzelliği ancak duygu seli ile yaşanır.
             Şimdi yarım kalmış kelimelerin dökülüşünü izliyorum.
             Ben seni nasıl okumam...
            Şimdi saatin kaç oluşunun takıntısına gerek kalmamıştır. Vaktin önemi yoktur. Gece ötesini bildin mi… Gecenin sonunu aldın mı yüreğine… Gerisi duaya akış, secdeye kapanış, yalvarıştır.
        Derinden derine akan seher yelinin, zülfün tellerine attığı düğümlerin bir ötesi gonca
gül dür.
        Uyumayacağım bu gece, Söz adına, aşk adına, gönlümün derinliğindekini yapacağım.
            Vakit gözyaşına teslime hazırlanıyor,  rüzgâr, kışla bahar arası varlığını hissettiriyor.
Artık vakte teslimim…
            Ben ki şiirin esiriyim…
            Ben ki gül aşkıyla duadayım.
            ***
HACI FERHAT MİRZA VE KELAMLAR
                                                           Osman BAŞ
Leylalar ve Aslılar su testisiyle yar yolunu beklemek için ayrıldıkları evlerine halen dönmediler. Yüreğiyle konuşan herkes biliyor ki âşıklar çeşme başını terk ettikleri andan itibaren hasret oturur, güneş yakar, su serinletmez, rüzgâr üflemez olmuştur da yanık nağmeler türkü olup asırlardır söylenmeye devam etmektedir.
Aşka hasretin karışması, müdahale etmesi, bilinen ve bilinmeyen ne varsa avuçlarında bir nefes üfleyişiyle salıverdiğinde vuslat umudunu yitiren gönüllerin hali nice olur bilinmez.
Mecnun ve Ferhat tanış olsalardı Yusuf’u ziyarete giderler miydi? Bilmem ama bir çay faslında bir araya geldiklerinde birbirlerine anlatacakları çok şey olurdu.
Dilimin ucuna kadar yakınlaşıp tam dışarı çıkmaya hazırlanırken söylenmeyip küstürdüğüm kelimeler bilirim. Uzun süre yerinde hiç hareket etmeden dururlar.
Kelebekler omuzlarıma konardı eskiden, ben ellerime alıp severek besmeleyle gökyüzüne salardım.
Yediveren bereketli günlerin en tatlısının sabahıyla sabâsını bütünleştirip üçler, yediler, kırklar aşkıyla huzuru omuzlarına almış ecdadın dünyalık güzelliklerinde yol yürüme vaktidir.
Aşkın gözyaşıyla toprağı selamlayanlardan biri de benim.
Şiir, sadece şiirdir beni anlayan ve anlatan… Dostluğum sınırsızdır.
Kelamlar söylemek için ne kadar bilgi ve birikim gerekse hepsi bende mevcuttur.
Âşık olmakla sevmek arasındaki farkı sormuşlar?
Cevaplamış Şems;“Senin baktığına… Herkes bakar, ama senin onda görebildiğini herkes göremez. Herkes âşık olabilir; ama hiç kimse senin gibi sevemez.
Tek fark sensin; “Seni özel kılan; sevdiğin değil; sevgin.”demiştir.
Sade kelimelerden cümle oluşması ne kadar zordur bilirim.
“Neden yakın kalpler uzaklarda oturur.” Bu cümlenin derinliğinde kapanmayan gözlerimin şafağı dua vaktinde karşıladığını bilirim.
            Anlayanı yoksa susmak farzdır. Hani “hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez.” denmiştir de nasıl girileceği konusunda ortak bir çözüm de bulunamamıştır.
Kim için ağlıyorsam, gözlerimin hali ve rengi nasıl olursa olsun damlalar aynı renkte akmaktadır.
Aralıklarla “Kelamlar” başlıklı yazılara zaman ayırıyor, okuyor fırsat bulursam, zaman problemim kendi sessizliğimde düşünüyor, tahlil yapıyor ve almam gerekeni alıyor yoluma devam ediyorum.
Hani, bir düşünceyi en kısa, en öz şekilde anlatan bir veya birkaç cümleden oluşan güzel, hatta bilge söz, sözler. Eskilerin deyimiyle kelam-ı kibar.
Kimin söylediği, yazdığı belli olan sözler.  Tabii çok zor olan bir alandır. Bir söze benim demek için sizden önce söylenenlerin tamamını bilmeniz gerektir. Haberim yoktu, taradım bulamadım, deme keyfiyetiniz yoktur. 
Türk Dünyası Araştırmaları Uluslararası İlimler Akademisi Ankara Başkanı Prof.Dr. Hayrettin İVGİN’in sunumuyla Hacı Ferhat MİRZA imzalı Kelamlar “özdeyişler” kitabını okuyorum.
Sunumun son paragrafında:” Bu 1602 kelâmın içinden, en karşıt görüşte olan insanın bile kendine uyan en az on tane özdeyiş bulduğunu kabul edelim. Bu on sayısı az mıdır?
Hayır, az değildir. Bir söze kulak vermek bile çok anlamlıdır. Bu kitabı okuyunuz, göreceksiniz kendinize ait çok kelâm bulacaksınız.” Bu takdimin güven ve etkisiyle Kelâmlar’ı okuyorum. 
Hacı Ferhat MİRZA Beyle henüz tanışmıyoruz.
Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında doğrudan doğruya vecize türünde yazan ilk sanatçı, yazar Cenap Şahabettin olarak aklımda kaldı.  “Tiryaki Sözleri” adı ile yayınlanan kitabını yıllar önce incelemiştim.  Sayın İVGİN’i haklı çıkaracak sayıda özdeyiş yakaladım diyebilirim.
“Din hem iman, hem de ruhun gıdasıdır.”
“Toprağın değerini, onu ürün haline getiren bilir.”
Yeterli diye düşünüyor, yazan, düşünen ve üreten insanları seviyorum.
Hacı Ferhat MİRZA’yı da tebrik ediyor, “Kelamlar” kitabını Türkiye Türkçesine çeviren dostlarım Elçin İSGENDERZADE, Oktay HACIMUSALI’ya teşekkür ediyorum.
Türk Edebiyatına çok önemli eserler kazandıran Kültür Ajansa başarılarının çok uzun soluklu olmasını ve büyümesini diliyorum.
“Benim arzum yazarın bir kitapta anlattığı şeyi, bir kaç cümlede anlatmaktır.” denmiştir.