25 Kasım 2013 Pazartesi

Nadir Şener HATUNOĞLU, Matematikçi-Bilim Uzmanı & Abdülkadir GÜLER

KONUK YAZAR
TÜRK’E VERMEK
      Nadir Şener HATUNOĞLU
           Matematikçi-Bilim Uzmanı
            Başlıktaki söylemi, tarihsel bir inceleme sırasında öğrendim. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşını ve kudretini, bu söylemde buldum. Sosyologlar, psikologlar, komutanlar ordusunun işini bir kalemde sunmak, elbet zor.
Benimki, hareket noktasını vurgulamak…
            Türk kavmi, 1071 yılında Malazgirt kapısından Anadolu’ya girdi. Beyliklerde çalkantılar oldu, Osman-oğulları işi toparladı; devletimizi kurdu. Kurulan devleti altı yüz (600) yıl yaşatmak için, kendine ilkeler koymuş. İşte bu ilkelerden biri de “Türk’e Vermek” olgusudur. Bu şu anlama geliyor: Avrupalı soydaşlarımızı, Doğu kapısından akın-akın gelen Türk boylarıyla buluşturup, kaynaştırmak…
            Canı rahmet istedi, analım; Avrupalı soydaşlarımızın simgesi Mehmet AKİF ERSOY, ölümsüz istiklâl marşımızın yazarıdır. Osmanlı döneminden kalma tipik evi, Hacette Üniversitesi yakınındadır. Torunumu her almaya gittiğimde, bahçe kapısının tokmağına saygıyla elimi değdirirdim.
            ‘Erzurum nire, Arnavutluk nire!’ derler ya… İlçemizin doktoru Hasan Baydur da Mehmet Akif Ersoy’un hemşerisi. Büyük oğlu Refik BAYDUR, Tercan (Mama Hatun) doğumludur:1929. İlkokulu ağabeyimle okumuştur. Erzurum lisesinde de akrabalarımla… Lisenin parlak bir öğrencisi olduğunu duyardık. İstanbul-İktisat fakültesini bitirdi. İşverenler Sendikası Genel Başkanı oldu. Yazdığı kitaplar arasında, babasının biyografisi de var. Kardeşi Şefik BAYDUR, sınıf arkadaşımdır. Aileye saygılarımla..
            İlçemizin (Tercan=Mama Hatun) bir köyünde de Boşnak aileler vardı. Saray Bosna’dan, ta Erzurum’a gönderilmişler. Biz onlardan onlar bizden hayatı öğrenmişiz.
            Osmanlı İmparatorluğu’nu, sadece son yılların karmaşasıyla değerlendirmek, doğruya götürmez bizleri. Jakobenizmin rüzgârına kapılan kimileri, karalamayı eleştiri sanıp, açıyor ağzını, yumuyor gözünü…  Denile-bilir ki Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşları olmasaydı, devletimiz tümden silinip gidecekti. Krallık, şahlık, padişahlık vb. tek parti yönetimidir. Tek parti her kötülüğü bağrında barındırır. Şu son yirmi yılda yıkılıp giden devletlere bakarsak, demokrasinin önemini daha iyi kavrarız diye düşünüyorum. Şu da söylene-bilir, demokrasiyi amaç değil de kötü emelleri için araç olarak görenler de çıkabilir. Örnek, dünyayı kana bulayan Adolf HİTLER,seçimle başa gelmişti. Dünyaya maliyeti:
 “Elli milyon ölü, iki yüz milyon sakat, beş yüz milyon aç ve konutsuz insan yığınları.”
Ö Z Ü R
            ( Özür dilemek, büyüklüktür.)
            Onlarca yıl önceydi. “ Terörle bir yere varılmaz; ülke bölünmez.” muhabbeti başladığında, ben bu günü gördüm ve –dedelerim adına- Milliyet’te özür dilediydim. Tevazu lüksüm olmadığı için üslûbumu bağışlayınız.
            Sn. Dışişleri bakanımız, türkücü Kürt kardeşimizden özür dileyince, benim özrümü güncelleme zorunluluğu doğdu. Şöyle özür dilemiştim:
            “Dedem müstantik (sorgu yargıcı) Ahmet Beğ, Erzurum İl Kongresi’nde (1919), E.Binbaşı Süleyman HATUNOĞLU da kongrede (Temmuz-1919), şu yemine imza atmışlardı:
            “Vatan bir bütündür, parçalanamaz!”
            Onlarca yıl önce, şu özrü yazmıştım:  
 “Eğer bu söylem hatalı(!) ise dedelerim adına Özür(!) dilerim.”
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK adına kim özür dileyecekse; ben bilmiyorum…
             ***
KONUK YAZAR
4. TÜRK KÜLTÜRÜ KURULTAYI
KİTABI   ÜZERİNE
                                                                    Abdülkadir GÜLER
            Geçenlerde 20- 24 Mart 213 tarihinde Fethiye’de 4.Uluslararası 4.Türk Kurultayı  Fethiye Belediyesi, Halk Kültürü Araştırmaları Kurumu  ( HKAK ) ile birlikte görkemli bir şekilde gerçeleşmişti. Bu Kurultaya  yerli ve yabancı   bilim adamları, folklora , halk bilimine,  halk  edebiyatına gönül verenler katılmıştı. Aşağı, yukarı 100 ‘ze yakın  yerli ve yabancı bilim adamının hazırladıkları özgün bildirileriyle bu kurultaya   renk katmışlardı, Bu satırların yazarı olarak   ben de  Aydın / Söke’den  bir bildiriyle  bu kurultaya katılmıştım. Adı geçen kurutay tam zamanında Nevruz Bayramında denk gelmişti.Açılışı görkemli oldu. Tabi  İstiklal Marşı, saygı duruşuyla birlikte…Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk kültürüne emek verenler, aramızdan olmayanlar  saygıyla ve rahmetle anıldı. Ben bir katılımcı ve bu kurultaya  gönül verenlerden biri olarak  dönüşümde çeşitli yayın organlarında Söke Ekspres‘te ve Milliyet Blog’ta  izlenimlerimi yazdım.
Bu kurultayın konusu: “Türkü, Türkülerimiz, Türküler ve Türkülerimizin Öyküleri“ idi. Çok yararlı bir konu seçilmişti. Üç gün boyunca Fethiye Kültür salonunda keyifle, dikkatle katılımcıların sunmuş oldukları birbirinden değerli bildirilerini güzel konuşma ve slayt bilgisayar ortamında zevkle dinledik.Salon da katılımcılarla birliikte bir hayli kalabalıktı.
            Şimdi benim en çok hoşuma giden durum: Bu konuşmaların sempozyum bitinminde bir kitapta toplanması oldu. Bazen yapılan sempozyumlarda  binlerce lira harcınayor lakin bunların bir kitapta toplanmasını kimi yerde göremiyornuz.Yapılan konuşmalar buharlaşıp gidiyor. yapılan masraflara  yazık olmuyor mu? Sempozyumların sonunda bunların böyle bir kitapta toplanması asıl amacına ulaştığını düşünüyorum. İşte anılan tarihte IV. Uluslararası Türk Kurultayı Türk Kültürü Kurultayının sonunda  Fethiye Belediye Başkanı Sayın Behçet Saatcı ve HKAK Genel Başkanı Sayın Prof.Dr.İrfan Ünver Nasrattıoğlu tarafından hazırlanan bu kitabının  yayımlanmasını görünce gerçekten sevindim. Hem de  iki cilt halinde yayımlanmıştır. Her cildi  aşağı, yukarı 450 sayfadır. ( toplam 900 sayfalık bir devasa kitap ), hem de birinci hamur kağıda ve tertemiz bir baskıyla Ankara’da ( Eylül 2013 ) Tarihinde kısa bir zamanda titizlikle ortaya  çıkarılmış olup, halk  kültürü ve Türk edebiyatı okurlarına  arzedilmiştir. Bu açıdan tüm emeği geçenleri öncelikle candan kutlamak isterim.
            4. Uluslararası Türk Kültürü Kurultayı kitabında Cilt birde  SUNUŞ bölümüne Prof.Dr. İrfan Ünver Nasrattınoğlu şunları yazıyor:
            “Otuz yılı aşkın süredir, bir yandan güzel ülkemizin çeşitli kentlerinde,öte yandan Türkiye dışındaki çeşitli  ülkelerde peşpeşe etkinliler yapmaktayız. Son yıllarda yaptığımız önemli etkinlilerin başında, Fetihiye’de gerçekleştirilen dört büyük sempozyum ile buhnun yanı sıra bir dizi etkinlikler gelmektedir. Fethiye’de 2008, 2009, 2011 ve 2013 yıllarında düzenlediğimiz etkinikler, kültürümüzün derlenmesi, değerlendirilmesi ve tanıtılmasını amaçlamıştır. Sözün başında  hemen beliertmek isterimki,”Uluslararası Türk Kültürü  Kurultayı”  ana başlığı altında gerçekleştirilen etkinliklerin arzuedilen seviyede vemükemmel bir biçimde gerçekleştirilmesinde en büyük pay, Fethiye’mizin yüreği insan sevgisiyle dolu olan Belediye Başkanı Dr. Bençet Saatçı’nındır. O’nun bir yeşama biçimi dolarak benimselip , her vesileyle belirttiği “ Söz konrusu vatan ise, gerisi teferuattır”…özdeğişi, bizim ona yürekten bağlanmamıza neden olmuştur.” Sayın İ.Ü. NASNATINOLU bunları yazdıktan sonra şunları da eklemeden geçemiyor, önemi bağlamında  aynen alıyorum: “ 24 ülkeden, 100’den fazla konuğun ağırlandığı Fethiye,artık Türk Kültür kurultaeylarının merkezi olmuştur. Kurultay için Fethiye’ye gelen dostlarımızın ülkelerine döndükten sonra bize gönderdikleri mesajlardan aldığımıza göre, Fethiye, aynı zamanda ülkemizin turistik ve tarihi güzelliklerinin de simgesi haline gelmiştir. Ne mutlu Fethiye’lilere ki, Dr.Behçet saatcı gibi bir belediye başkanarı vardır. ve ne mutlu Dr. Saatcı ‘ki, yarattığı yeni Fethiye’yi, dünyaya tanıtabilmektedir. Sözün özü  o dur ki;  Fuat Köprülü’nün  kurduğu Halk Kültürü Araştırmaarı Kurumu’nu yöneten kişiler olarak bizde bir görev yapmış olmanın mutluluğunu duymaktayız. Elinizdeki bu kitap, mutluluğumuzun ve başarımızın somut bir belgesidir.”diyor Sayın HKAK Genel Başkanı  NASRATTINOĞLU.  
            Ben de bunları  görmekle  mutlu oldum, gerçektende öyledir. Türk halk bilimini, Türk folklorunu  aradan   yıllar geçsede   var güçleriyle manevi ve maddi imkanlarıyla yaşatıyorlar. Sayın Nasrattınoğlu’ya ben de bu değerli  eserleri görmek ve içinde bulunmakla hak veriyor ve bir kez daha candan  tebriklerimi sunuyorum… Türk kültürü adına Fethiye  Belediye Başkan Sayın Dr. Behçet Saatcı’yı de bu gibi çalışmalarından dolayı kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum.  
            Adı geçen eserin  bir başka bölümünde de  Fethiye Belediye Başkanı Sayın Dr. Behçet Saatcı’da bir  yazısı vardır. Ondan da bir cümle almak istiyorum:” Türkü, yani Türkle  ilgili Türk’e özgü, yüreğimizin dili,başımızın sevda yeli olan türkülerimiz.Umuttur, hasrettir, vefadır, dostluktur. Anamızın gözünde yaş, yavuklarımızın yüzünde tomurcuk güldür türkülerimiz. “ Türk’üz türkü çığırırız demiş ( rahmetli ) halk ozanı  Aşık Veysel…Bu derece zengin, derin ve geniş havzadan beslenen türkülerimiz, bırakın bizi sıradan bir topluluğu  sıradan bir halkı, bile, millet yapan haline getirir. Neşemizi coşturan, sitemizi isyanımızı saklayan türkülerimiz. Köşe taşı olan türkülerimiz. İskender Pala’nın deyimiyle: “Anamızın ak sütü kadar, hayatın kaynağı olan su kadar aziz, öz kimliğimiz kadar asil  olan türkülerimiz…diyor… Değerli konukların ve sevgili basın mensupları salonumuzu şereflendiren değerli konuklar ve değerli büyüklerim, Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz keyfimize keyif kattınız. Birliğimiz, dirliğimiz daim olsun. Nevruzumuz kutlu olsun…  Türkülerimize can suyu veren, nesilden nesile geçmesini sağlayan  halk ozanlarımıza, derleyip toplayanlara, sazın teline vuranlara, buradan selam gönderiyoruz.  rcınayor lakin bunların bir kitap ta toplanmamızı  yapılah masraflara  ylazık olmuyormTürkiye’de 800 800  800 ilçe  belediyesinden birisi olan Fethiye’de 4. Türk Kurultayını yapıyor olmanın gurunu ve sevincini yaşıyoruz. Atatürk’ümüzün “ Türkiye Cumhuriyetinin Temeli Kültürdür” sözüne izafeten, kültürümüze bir nebze  katkı sağlayabilirsek, ne mutlu bizlere…” diyor  Sayın Behcet  Saatcı…
            BİLDİRİ SUNANLAR:   
            Prof.Dr. Ali Osman Öztürk, Prof.Dr. Erman Artun, Doç.Dr. Selçuk Duman, Doç.Dr. Mehmet Naci Önal, Doç.Dr. Armağan Coşkun Elçi, Yrd.Doç.Dr. Göktan Ay, Prof.Dr. Naile Rahimbeyli, Dr.Emeal Şenocak, Prof.Dr. Celil Nagiyev, Doç.Dr. Fedora Arnavut,Okt. Nejla Kayalı Orta, Ergün Veren, Prof.Dr. Naciye Yıldız, Dr.Janos Sıpos, Doç.Dr. Ayfer Yılmaz, Öğr.Gör.OyaŞen,  Prof.Dr. Gülnaz Abdullazade, Funda Sevil Önal,Yrd.Doç.Dr. Ülkü Kara Düzgün, Prof.Dr. Saim Sakaoğlu, Prof.Dr. Nüket Dor, Ahmet Z. Özdemir, Abdülkadir Güler, Araş. Gör.Esra Özkaya, Doç.DR.Meral Ozan, Yrd.Doç.Dr. Ayhan Karakaş, Dr. Mehmet Ali Yılmaz, Doç.Dr. Mustafa Sever, Doç.Dr. Fatma Ahsen Turan, Savaş Ekici,Abdurrahman Ekinci, Yrd.Doç.Dr. Zekiye Çağımlar, Ayşenur Ören, Birdal Can Tüfekçi, Prof.Dr. Olena İvanoska, Yrd.Doç.Dr. Burhan Kaçar, Doç.Dr. Eyüp Akman, Nail Tan, Ümmügülsüm  Çelik,Prof.Dr.Nezihe  Şentürk- Naka Niksiç, Yrd.Doç.Dr. Mehmet Akpınar, Ünal Şöhret  Dirlik, Recai Şahin, Yrd.Doç.Dr.Dilek Erenoğlu Ataizi, Doç.Dr. Aynur Öz Özcan, Prof.Dr.Babahan Mehmet Şerif, Tanju Ozanoğlu, Öğr.Gör. Refiye Okuşluk Şenesen, Prof.Dr. Tarih Dostiyev,Dr. Nergiz Nağıyeva, Prof.bDR.Ebülfez Amanoğlu, Prof. Dr.Terlan Güliyev, Yrd.Doç.Dr. Yakut Güliyeva, Doç.Dr.Terane Heşimova, Vural Safiyeva, Araş.Gör.Hayat Şamiyeva, Yrd.Doç.Dr.Mehseti İsmayil, Nermin Qaralova, Vildan Askerova, Gulustan Bayramova, Yrd.Doç.Dr.Şevket Öznur- Dr.Mahmut İslamoğlu, Doç.Dr.Berdi Sarıyev, Prof.Dr. Firdevs Hisamitdinova, Doç.Dr. Minihana Bagautdinova, Prof. Dr.  İmperiyat Hacıyev, Steffanida Stamova, Yrd.Doç.dr. Farzaneh Doulatabadi, Muhammde Alipur Muqedem, Öğr.Gör. Zeynel Polat,  Ak.Dr. Joldasbay Turdımuratov, Doç.Dr. Seydin Amirlan, Doç.Dr. Abdil Şermatov, Zera Bekirova,  Dr. Eva Csakı, Prof.Dr. Liseyar Zikirova, ,Doç.Dr. Fadıl Hoca, Yrd.Doç.Dr. MuratOrhun, Prof.Dr. Lüboy Kopanytsya,, Svitlana Kopanytsya ve Doç.Dr. Margarita Kungaa gibi bilim  adamlarının  adı geçen kurultaeyda  bildiriler sunmuş ve bu bildiriuleri iki ayrı cilthalinde  kitapta yer almıştır. 21-24 Mart 2013 tarihlerinde Feithiyedea gerçekleaştirnilen 4. Umuslar arası Türk Kurultayı ile ilgili bu kitapların  itinayla basılması ve  bildiri sahiplerine gönderilmesi HKAK ve Fethiye Belediyesinin imkanlarıyla  Türk kültürüne  vermiş oldukları değerin ne denli önemli ve büyük bir hizmet olduğunu bir kez daha öğrenmiş bulunuyoruz. Adı geçen Kurultayın  amacına ulaştığını  diye düşünüyoruim. Takdire değer  bir hizmet yapmışlardır.
Kurultayın  ana konusu. Türkü, Türkülerimiz ve bu türkülerin öyküleri idi. Hazırlanan bu eser,ilerisi için halk edebiyatına ve halk kültürüne  aşık olanlara  önemli bir başucu kaynağı olacaktır. Ben bu yazıyı yazdığım sıralarda  ( 17.11.2013 ) akşamı TRT’de Müzik ve Türkülerimiz konusunda bir program vardı. Bir ara bu programı izledim. Bu programı  Türk müzinin değerli sanatçılarından Mustafa Keser yönetiyordu. Mustafa Keser’in yanında  İzzet Altınmeşe, Belkis Akkale, Orhan Hakalmaz, Süreyya Davulcuoğlu, Selahattin Alpay, Bedri Ayseli, Muazzez Abacı ve Melahat Gürses vardı. Hepsini zevkle izledik. Yılların değerli sanatçısı İzzet Altınmeşe aynen şöyle diyordu: “Türkülerdir bizi bize anlatan, Sakarya’yı, Çanakkale’yi, Dumlupunar’ı  bize anlatan türkülerimizdir. Anadolu’yu, Milli Mücadele’yi  bize anlatan yine bu burcu burcu, buram  buram dildendile , çağdan çağa söylenen türkülerimizdir. Türküler tümüyle bizleri anlatıyor. Türküler birliğimizin, dirliğimizin sembolüdür diye vurgu yapıyordu. Ve hep birlikte  güneyden, doğudan, karadenizden,iç Anadolu’dan  ve Ege’den birer potpori halinde   türküler söylediler. Bizlere   güzel dakikalar yaşattılar. Birkez daha diyorum, türküleri söyleyen ve  yaşanlara selam olsun…  
            Sonuç olarak:
Halk Kültürü Araştırmaları Kurumu Genel Başkanı ( HKAK ) Prof. Dr. İfnan Ünver Nasrattınoğlu ve Fethiye Belediye Başkanı Dr. Behçet Saatcı ile birlikte tüm maddi ve manevi olanaklarıyla  yapılan 4. Uluslararası Türk Kurultayı bağlamında hazırlanan  bu iki  ciltlik eserle  Kurultay amacına ulaşmıştır. Titizlikle  yayımlanan bu eserler, gelecek kuşaklar için  birer başucu  kaynak kitap olacaktır. Tekrar tekrar tüm emeği geçenleri candan kutluyor, emek verenlere kurum ve kurulaşlara, bildiri sahiplerine  sağlıklı günler ve   başarı dolu yıllar diliyorum. Bir başka kurultayda buluşmak ve bir araya gelmek ümidiyle. Türkü ve Türkülerimize  gönül verenlere selam olsun diyorum…

12 Kasım 2013 Salı

KONUK YAZAR: Ali SERDAR (Sayıştay 1. Daire Başkanı)

KONUK YAZAR: Ali SERDAR (Sayıştay 1. Daire Başkanı)

KONUK YAZAR:
Burdur’umuzun ender yetiştirebildiği İsa Kayacan; Burdur, Türkiye ve dünya markası…
Ali SERDAR, Sayıştay 1. Daire Başkanı
Bu yazımı İsa Kayacan’a adamak istedim. Bir sürü başlık düşündüm. Hiç biri İsa ağabeyi betimlemeye yetmeyecekti. En anlamlı başlık İsa Kayacan olmalıydı.
İsa Kayacan Burdur’umuzun ender yetiştirebildiği şahsiyetlerden biri…
O bir marka;
Burdur’un bir markası, Türkiye’nin bir markası, Azerilerin Türkmenlerin bir markası...
Kısaca bir Dünya markası!
Sen Ece köyünden çık. Ankara’ya yerleş. Köyünü ve Burdur’u hiç aklından çıkarmadan ülke genelinde, yurt dışında bilinen, sayılan, sevilen bir şahsiyet ol. Olacak şey değil!
Ece köyünden çıktı  “uzun ince bir yola”! Gece demedi, gündüz demedi. Okudu, yazdı. Araştırdı, derledi. Ardı ardına eserler ekledi! Durmak bilmeden. Çalışmalarını sistematik bir şekilde arşivledi. Makaleler, şiirler, öyküler, biyografiler, kitaplar, röportajlar yazdı. Yazdı, yazdı, yazdı!  40 binin üstünde makalesini 3 bin beş yüzün üstünde gazete ve dergilerde yayınladı.
Onun için “yazmaya doymayan adam” dediler. Geçekten yazmaya doymuyor. Yazma açlığını gideremiyor. Türkiye genelinde tüm yerel basını takip ediyor. Burdur dışındaki yerel basına da makaleler yazıyor.
İsa ağabeye dıştan baktığınızda; halim selim, alçak gönüllü, haza bir beyefendi görürsünüz. Bu sakin yaratışlı kişinin yazın alanında bu denli aktif ve hızlı olmasını anlayamazsınız. Hiç göründüğü gibi değildir o! Gerçi Mevlâna’nın “göründüğün gibi ol” tavsiyesi anlamında göründüğü gibidir. İçi dışı birdir. Art niyeti hiç yoktur.
İsa Kayacan’la çok önemli bir özelliğimiz müşterek! O da “Burdur Sevdası”! O da ben de Burdur’umuza sevdalıyız. Öncelikle Burdur insanını severiz. Köylüsü ayrı kentlisi ayrı güzeldir Burdur’umuzun! Dağı taşı, bahçesi ovası, havası suyu kısaca doğası güzeldir. Hele folkloru, davul-zurnası, kabak kemanesi, sipsisi, gurbet havaları, zeybekleri, teke zortlatmaları hepsinin üstündedir. Böyle bir yere nasıl sevdalanmaz insan!
Ne yazık ki bu değerli insan, çok vermesine karşın kamu görevlerinde hak ettiği yere gelememiştir. Kendi çabasıyla bir yerlere gelmiş olsa da bana göre yeterli değildir. Daha iyi konumlara lâyıktı! Burdur’umuzun tüm güzellikleri karşısında birlik ve beraberlik, dayanışma alanı en zayıf yeridir. İnsanımızı yeterince sahip çıkıp destekleyemiyoruz. Ben de bu konuda yalnız kalanlardanım. İsa ağabeyle bu özelliğimiz de benziyor.
İsa Kayacan’ın kıymetini biz bilemesek de Azeri kardeşlerimiz bilmiş. Bir vefa örneği göstererek Üniversiteleri tarafından fahri doktorluk ve profesörlük unvanları verilmiş. Sağ olsunlar.
İsa ağabey yakalandığı amansız hastalığına karşın çalışmalarına ara vermemiş. Yazdığı ve topladığı kitapları bağışlamış. Köyüne bir kütüphane kazandırmış. Dile kolay 36 bini aşkın kitap bağışlamış. Son olarak Burdur MAKÜ’ye 5 bin 230, Tefenni MYO’na 625 kitap bağışlamış. Bağışladığı kitapları evinden teslim etmiş. Çağdaş Burdur Gazetesinin 14.10.2013 tarihli haberindeki fotoğraflarda evindeki kitap kolilerini görünce, insan bu kadar kitabı bir eve nasıl sığdırılır diye şaşırıyor. Gazetelerde çok sayıda çöp ev görüyoruz ama böyle kitap ev görmek mümkün değil.
Sevgili İsa ağabey, gece gündüz gittiğin uzun ince bir yolun kısalmadan;  sağlık ve huzur içinde, araştırmaya, derlemeye hepsinden çok yazmaya devam et. Doymadan, yorulmadan!
Sevgi ve saygılarımla…

5 Kasım 2013 Salı

Mehmet ŞENER & Nadir Şener HATUNOĞLU

KONUK YAZARLAR: Mehmet ŞENER, Nadir Şener HATUNOĞLU

KONUK YAZAR:
Burdur ve İsa Kayacan
Mehmet ŞENER
İnsan karşısındakilere verdiği değer kadar kendisine değer verilir. Büyüklerimizi arayarak hal ve hatırlarını sormak gerekir. Gelenek, göreneklerimizin elden gittiğini söyleyen biziz, yaşatılmasını istemeyende biziz. Sevdiğimiz, büyüklüğünü gördüklerimizin hal hatırını sormak gerekir. Bu cümleden olarak geçenlerde Sayın Prof. Dr. İsa Kayacan Beyi aradım. İsa hocamla karşılıklı oturup konuşmuşluğumuz yoktur. Kıymet takdir eden yönünden dolayı arama gereği duydum. Karşılıklı halimizi hatırımızı sorduk.
Yazı hayatımla ilgili görüşünü sorduğumda bir iki konuda dikkat etmem gerektiğini nazikçe ifade etti. Kendisine de ifade ettim. Bilenden daha bilgili vardır. Yazandan daha iyi yazan, hata ve yanlışları tespit edenler vardır. Bu konuda kritiklerinizi iletirseniz sevinirim.
Telefonda da söyledim “önerilerinin” bana hayatımın en önemli kitaplarını okumuşçasına katkıda bulundu. Hayatım boyunca dikkat etmem gereken kuralları söyledi. Hazreti Ali efendimizin ifadesiyle “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” Sözünü düşündüm.
İsa hocamın önerileri için yapabileceğim iyilik adına ne varsa hazırım.  İyiliğin karşılığı kötülük olmasın. Allah hayırlı ömürler versin, sağlıklı şekilde hayatını idame ettirsin.
Arabayla eve gidiyorum. Yolum Pınar Gazetesinin önünden geçiyor. Pınar Gazetesi çalışanlarına selam verdim. Araç kullandığımdan onlar bana dur işareti yapmışlar, ben görmemiştim eşim dur dediler herhalde dediğinde, aracı durdurdum.
Aynaya baktığımda elinde iki paketle koşarak bize gelen genci gördüm. İçimden bunun içinde kitap vardır diye de düşündüm. Yanılmamıştım. Gönlü yüce insan İsa hocam adresimi bizzat kendi elleriyle yazmış. Yazı karakterleri onu işaret etmektedir. Kendi işini yapan insandan daha yüce insan var mı?
Genç paketleri verdi. Eve gelince paketleri açtık. İsa hocam beş eserini göndermiş. Kendilerine huzurlarınızda teşekkür ederim. Hayatımda ilk defa tanınan yazarlardan şahsıma gönderilmiş kitaplarım oldu. O gün gece geç vakitlere kadar kitapları inceledik.
İsa hocamın mezar taşlarına yazılmış olan yazılardan derlediği kitabında hasta ziyaretinden, dinimizin emrettiği vecibelerden bahsediyor. Dini bilgisiyle ışık oluyor. Hatta mezarlık adabından, okunacak surelerden, cenaze namazının kılınışından bahsediyor. İsa hocamızın eşinin rahmetli olduğunu da kitaplarından öğrenmiş oldum. Allah rahmet eylesin.
Rahmetli eşi için dini vecibe olarak bir tanıdığı olarak görevimizi yapacağız. Eş kaybının kalan eş için, ne kadar zor olduğunu babam hayattayken bire bir yaşadım.  
İsa hocamın bu kadar çalışkan olmasını takdir etmeli, verilmesi gereken değeri kendisinden esirgememeliyiz. Kütüphane kuruyor, donatıyor, Mehmet Akif üniversitesine beş bin kitap hediye ediyor. İlim yuvası kuruyor.
Bizim ilkokulun salonunda “Bir okul açmak bin hapsa neyi kapatır” yazıyordu. Okulun temeli olan kütüphanenin açılması için hangi sözü çerçeveletelim?
            Doğduğu şehir için hasta halinde yazan, okuyan, telefonlara cevap veren kişiden bahsediyoruz. Bunlar günlük hayatta olması gerekir denebilir. Hastalığın acısında bile hal hatır soran insanların değeri bilinmelidir.
İnsanlar iki şarkı söyleyenlere göstermiş olduğu alakayı beyin gücünü harcayan kişiye gösterseydi şehrimiz, ilçemiz, kasabamız, köyümüz ileri seviyede olurdu.  Bir de şu var, değer verilmesi gereken değerleri karıştırıyoruz. İnsanoğlunun hizmetleri takdir edildiği vakit; daha coşkuyla çalışır, emek çeker, faydalı olmaya çalışır, aşkı şevki artar.
Ne yazık ki İsa hocamıza Burdur basını olarak gereken ilgiyi gösteremedik. Yazmış olduğu eserler hakkında topluma bilgi sunamadık. Burdur için kültürel anlamda ki hizmet konusunda İsa hocamız gibi çalışan ikinci kişi yok.
Çınarlar yıkılmaz. Hoyratça esen rüzgârlar yaprağını bile düşüremez. İnsanlara hizmet edenleri, halkımız bilir, takdir eder.
***
KONUK YAZAR:
TARAFSIZ KALMAK
      Nadir Şener HATUNOĞLU
     (Matematikçi - Bilim Uzmanı)
            Bir yazı başlığında gözüme ilişmişti: Tarafsız olmak. Bu söylem, politika  dokusunda önem taşımakta. Bu yüzden de karşı duruşlar kırıcı olabilmekte. Örneğin; aydınlarımızdan biri şöyle demişti:

            “Suya-sabuna dokunmazmış; pise bak!”
Tehdit içeren bir başka örnek:
            “Taraf olmayan, bertaraf olur!..”
Kim bilir; söylenmiş daha nice replikler vardır…

            Tarafsız olmayı, ‘etliye-sütlüye karışmamak’ biçiminde algılamak yanlış olur.  Ben elli yıldır yazıyorum; etliye de sütlüye de karıştım. Kamu görevlisi olduğum halde, uyarı cezası bile almadım; çünkü sadece iyiyi, doğruyu, güzeli paylaştım. Bu sınırı, en iyi şu örnek olayla açıklayabilirim:
Yıllar önceydi. Futbol sevdalısı yeğenim, beni maça götürdü. Ben maçla birlikte, seyircilerin tepkisini de gözlemliyorum; nara atan, ağlayan, gülen, yumruk sallayan…
Oyuncunun biri, yanlış pas verdiydi. Yeğenimin duyacağı tonda ve jargonla dedim ki: “Yuh be; pas öyle mi verilir?! Biraz sonra karşı bir oyuncu kalenin dibinde hata yaptı; ona da yuh çektim. Yeğenim şaşırdı ve dedi ki: “Dayı sen hangi takımı tutuyorsun; bir türlü anlayamadım!” Yanıt:
“Ben, pozisyonun hakkını vererek oynayan oyuncuyu tutuyorum; takımı değil”
            Demokratik düzen içinde herkesin bir partiyi tutması, oyunu vermesi, aday olması doğal hakkıdır. Ben de kendime sordum; acaba bir partinin adamı olabilir miyim diye; fakat net yanıt veremedim. Nedenini de kendime sordum; buldum gibi…
            Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir konu oya sunuldu.  –A- partisi ‘evet’, -B- partisi ‘hayır’ dediydi. Gazeteci ‘hayır’ diyen bir millet -vekiline sordu:
            -Dün yapılan oylama  konusunun, ülke yararına   olmadığına  gerçekten mi inanıyorsunuz?
            -Ülke yararına olacağını biliyorum; ama aksine oy verirsem, beni partiden atarlar!..
            Radikal örnekle, yazıya dayanak verelim.
İki görüş:
I)  Sıtma hastalığından kurtulmak için, bileğimize okunmuş iplik bağlayalım.
II) Sıtma hastalığının mikrobunu bulup tanıyalım, onu öldürecek ilâcı yutalım.
Kırk yıl önce yazdığım bir taşlama, eskimiş değil:

“Siyasette kendini ağır bir top sanırsın;
“Kürsülere çıkarak eşekçe anırırsın.
“Tepişince çıkarın üstteki heriflerle,
“Kırık bir sapan gibi çöplükte bakınırsın”

SONUÇ: Politik anlamda kendime şu kuralı koydum: “Hangi parti en az hata yapıyorsa, oyumu ona veririm.” 

22 Ekim 2013 Salı

KONUK YAZAR: Mehmet ŞENER ve KONUK KÖŞESİ YAZILARI

KONUK YAZAR:
Ece köyünden, dünyaya
Mehmet ŞENER
İsa Kayacan hocamın hakikaten değerini takdir edemiyoruz. Yaşadığımız şehrin içinden çıkmış bürokratların, yetki sahiplerinin kaçının ismini biliyoruz? Akademik kariyer sahibi olan hemşerilerimizin hangisi doğduğu köyünü, kasabasını, ilçesini düşünmüştür?
İsa hocam köyüne kütüphane açar tek başına, yıllarca birikimiyle oluşturduğu kütüphanesini gözünü kırpmadan Mehmet Akif Ersoy üniversitesine bağışlar. İlim adamlarının kitapları çok kıymetlidir.
Çoğu maddi menfaat için koştururken İsa hocamız Burdur için, ülkemiz için ve Türk dünyası için yaşayan düşünce adamı olarak nitelemek yağcılık olmaz derim.
Kendisine gönderilen gazete, dergi, kitap kritiklerini yapmaktadır. Sayfalara taşıyarak vefakâr olduğunu göstermektedir.
Bizim insanımızın bulunduğu yerlerde imkânlarını böyle kalıcı olarak kaç kişi bağışlar?  İsa hocamızı yekinen tanımış kadar olduğumu düşünüyorum.
Karşı karşıya gelerek önce elini öpmek sonra usulü dairesinde konuşmak isterim. Terbiyemiz bunu gerektirir. Göreneklerimize sahip çıkmamanız önemlidir. Kütüphanenin ne kadar değerli olduğunu anlatmak isterim.
Fakülte okuyanlarımızın birçoğumuzun en huzurlu, sessizlik içerisinde ders çalışılan mekân olduğunu biliriz. Fakültelerde ki vize ve final sınavlarının hazırlık yapmadan başarılı oldum diyenlere inanmam.
Okullaşma konusunda Mehmet Cadıl beyin yeri ayrı, kültürümüze hizmet konusunda ise İsa hocamızın yeri ayrıdır. Yazmanın ne kadar önemli olduğunu ve okumanın da yazabilmenin katığı olduğunu anlatıyor.
Bizleri birbirimize bağlayan kültürdür. Atalarımızın mirasıdır. Büyüklerimizin doğrularıdır. İyi davranışları model insanlardan görerek, duyarak, okuyarak öğreniriz.
Örnek insanların bizlere bırakmış olduğu eserlere sahip çıkmamız gerekir.  Maddi eser bırakmışlarsa o insanların kemiklerini sızlatmayacak şekilde bakımını yapmalıyız.
Temiz tutmalı, sahibini aratmayacak titizlikle korunmalıdır. Miras olarak kalan maddi eserlerin nasıl olması gerekiyorsa öyle sahip çıkmalıyız.
Manevi eserler dediğimiz, kitap, örnek davranış, saygı, sevgi, kadirbilirlik, vefakârlık benzeri hususiyetleri de ihmal etmemeliyiz. Okuyan okumayan elindeki fırsatı kaçırdıktan sonra, üzülüyor.
Yolculuğum esnasında otobüsün şoförünün değerlendirmesi önemli olduğundan yazmak isterim. Liderler kolay yetişmediğini anlatmak ve kıymetini takdir etmesini bilmediğimiz kişilerin ölseler de değerlerinden kaybetmedikleri gibi değerleri inanılmaz artıyor.
Rahmetli olan başkanları söz konuydu.  Telefon açtığında tüm arkadaşların işini görürdü. Herhangi bir kişi veya kuruluşa ziyarete gittiğimizde en yetkili kişi bizi kapıda karşılardı. Finans çevrelerinde ki etkinliğini anlatmaya gerek yok dedi.
İşte yarın bir gün her insanın başına gelen “ecel” geldikten sonra inanıyorum ki, içimizdeyken, yanımızdayken yapmadığımızı bırakmadığımız, yaptığı güzellikleri küçümsediklerimizin kaybının akabinde ah vah ettiğimiz gibi İsa hocamıza Allah uzun ömür versin.
Aramızdan ayrıldıktan sonra hayattayken vermediğimiz değerleri, bildiğimiz halde yüzüne söylemediğimiz iyi yönlerini anlatmaya başlarız.
İlim adamı olarak akademik kariyerinin sahibi olan, Burdur beni anlamadı demeden, yazan, anlatan kendi halinde yaşamayı yeğlemeyen insanın yaptıkları güzel davranışları takdir etmek çok olmaz derim.
            ***
KONUK KÖŞESİ:

KÜLTÜR ELÇİSİ, GAZETECİ, İSA KAYACAN’IN
BURDUR SEVDASI, BURDUR GÖLÜ’NDEN BÜYÜKTÜR.

-Burdur çıkışlı, Burdur sevdalısı ve Burdur’un kültür elçisi bir yazar ve araştırmacı olan İsa Kayacan’ın, ikincisi asla ve asla yoktur. Bir gün O’nu tam anlatabilecek bir sözcük veya terim bulunursa, o sözcük veya terim asrın icadı olabilir. (Recai Şahin-Fethiye)

-Doğduğu kente vurgun, yok böylesi bir âşık,
            Söz ederken köyünden, canına canan gelir.
            Leyla ile Mecnun’u, birlikte anmak gibi,
            Burdur dendi mi akla, İsa Kayacan gelir. (Vedat Fidanboy-Ankara).

-İsa Kayacan’ın Burdur sevdası, dağlardan yüce, denizlerden ve okyanuslardan engindir. O, Burdur’a âşıktır, tutkundur. O’nun Burdur sevdası, Burdur Gölü’nden büyüktür. (Mustafa Ceylan-Antalya).

            -Ne mutlu o Burdur’a ki, bağrında İsa Kayacan’ı yetiştirmiş. İsa Kayacan’ın Burdur’u var, Burdur’un İsa Kayacan’ı var mı acaba? Dilerim ki Burdurlular İsa Kayacan’ın kadrini, kıymetini bilirler! (Ahmet Tufan Şentürk-Ankara)

            -Burdurlular İsa Kayacan’ın hizmetlerinin ne kadar farkındalar?. Burdur’u bu kadar seven başka bir yazarları var mı? (Nail Tan-Ankara)

-İsa Kayacan’ın doğduğu Burdur’un Tefenni ilçesine bağlı Ece Köyündeki kerpiç evlerinin bahçesinde bulunan kuyuya bile en derin hasretini dile getiren bir şair ve yazar olduğunu herkes bilir. (Hayrettin İvgin-Ankara)

-Ben hayatımda, İsa Kayacan kadar, kendisi Ankara’da, gözü, gönlü, kalemi Burdur’da olan bir başka insan görmedim. (Oktay Zerrin-Bafra)

-İsa Kayacan’ın Ankara’da oturduğuna bakmayın siz. Cismi Ankara’da olsa da, gönlü ile Burdur’da yaşıyor. (Osman Oktay-Ankara)

-Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olsaydım, Kızılay meydanına; Burdur Belediye Başkanı olsaydım, şehrin güzel bir yerine Dr. İsa Kayacan’ın heykelini mutlaka dikerdim. (Abdülkadir Güler-Söke)

-Burdur Belediye Başkanlığına: İsa Kayacan heykeli/Ankara’da bir eli/Burdur Gölü’nün kıyısına/Onun heykeli dikilmeli/Fethiye’ye doğru geçerken/Ünal Şöhret onu görmeli.  (Ünal Şöhret Dirlik-Fethiye)

-İsa Kayacan’ın kendi kitaplığında bulunan 25 bin 403 kitap ve dergiyi Burdur İl Halk Kütüphanesi ve Tefenni İlçe Halk Kütüphanesi başta olmak üzere, Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Kütüphanesi ve öteki kuruluşlara bağışlaması, Burdur için anlam ve önem ifade ederken, onun bu davranışları Burdur sevgisinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. (Mehmet Tanır-Burdur)

-İsa Kayacan, Burdur’u Türkiye’de en iyi tanıtan, Burdur’umuzun reklâmını en iyi yapan, Guinness Rekorlar Kitabına başvuru hazırlıkları içinde bulunan, ilimiz merkez, ilçe, belde ve köylerinde tanınan araştırmacı ve yazardır. (M. Ercan Taraşlı-Burdur)

-Ankara’da çektiği Burdur fotoğrafı ile Burdur’un dinamiklerini adeta Burdur’da yaşayanlardan daha iyi gördüğüne tanık olduğum İsa Kayacan’ın tespitleri beni derinden etkiledi. (Kürşat Tuncel-Burdur)

-Tefenni’nin Ece Köyünden çıkıp, yazdığı yazılarıyla Burdur’u tüm Türkiye’de tanıttı İsa Kayacan. O, bir Duayen, bir usta. Anadolu Basını’nın yıldızı... Bitmek, tükenmek bilmeyen bir hazine o. Anadolu Basınının can suyu, bir yazı fabrikatörü İsa Kayacan. (Mesut Madan-Burdur)

-Yayınladığı kitabıyla Dr. İsa Kayacan “Saz ve Söz Ustalarımızı” ülke gündemine taşıdı. (Burdur Gezetesi,10 Ağustos 2005)

-Dr. İsa Kayacan’ın Ece Haber Ajansı, Burdur Haber Ajansı gibi çalışıyor. Burdur çıkışlı haberlere ağırlık verilişi, bunun kanıtı. (Cengiz Hürmeriç-Ankara)

-Yerel basını takip edenler iyi bilirler ki, İsa Kayacan’ın Anadolu’nun değişik gazetelerinde aynı günde birden fazla gazetede yazma ve Türk Dünyası ile yakından ilgilenme gibi olağanüstü yoğunluğu arasında, Burdur sevdasını da ihmal etmediğini görmekteyiz. (Ahmet Can-Burdur)

-Hemşehrimiz İsa Kayacan üstlendiği “Gönüllü tanıtımcılık göreviyle” Burdur ve çevresinden aldığı ışık demetlerini Türkiye’ye; Türkiye’nin dört bucağından topladığı ışık demetlerini de Burdur’a göndermektedir. (Ahmet Ali Bilgen-Burdur)

-Prof. Dr. İsa Kayacan, Burdur’un gözü, kulağı, sesi ve nefesi durumundadır. O, yıllardır Burdur’un “Fahri Türkiye Elçisi” gibi çalışmıştır. (Taceddin Akbaş-Burdur)

            -Bana göre İsa Kayacan, eşine artık rastlanmayan, yüzyıllar öncesinden bize mesajlar ileten bir Mitoloji kahramanıdır. (Hasan Türkel-Burdur)

            -Üç günden beri değerli insan, aziz dost, zirvedeki adam İsa Kayacan’ın kaleme aldığı “İşte Hayatım” isimli kitabını okuyorum. Bu kitap, Burdur’un, Tefenni ilçesinin, Ece Köyünden başlayan ve her günü çalışmakla, didinmekle Burdur’u ve Burdurluyu düşünmekle geçen dürüst bir hayatın hikâyesi… (Rıza Akdemir-Ankara)

            -Dr. İsa Kayacan’ın “İşte Hayatım” kitabını aldığımda, inanın hayret ettim. Düşündüm!. Bu nasıl bir hayat ki 720 sayfaya sığmamış! Sayın Kayacan, hem Burdur’umuz, hem ülkemiz, hem kültürümüz, hem edebiyatımız, hem de geleceğimiz için bir kazançtır. Ne mutlu ki, Burdur-ülkemiz İsa Kayacan gibi bir insanı yetiştirdi.
            Özellikle yeni nesil, yeni yetişen gazeteci gençlerimiz, İsa Kayacan’ın hayatını okumalı, bilmeli ve O’nun idealini, O’nun mesleğine olan aşkını ve tutkusunu, O’nun memleket sevdasını, O’nun bir amaç nasıl büyür, büyür ve anlamlı hale gelir yolundaki yöntem ve tekniklerini kendisine örnek almalı. (Nur Sümeyra-Ankara)

            -Ben İsa Kayacan’ın “İşte Hayatım” adlı kitabını okudum. Böyle demek olur, ben İsa Kayacan’ın doğum yeri, Türkiye’nin en güzel mekânı Burdur’u bağrıma bastım, eğilip toprağından öptüm (Kerimova Pervane Namıkgızı, Azerbaycan-Bakü). 

26 Eylül 2013 Perşembe

Nadir Şener HATUNOĞLU

KONUK YAZAR:
D A Y A K
Nadir Şener HATUNOĞLU
   Matematikçi-Bilim Uzmanı
            Dünkü (25 Eylül 2013) İnternet Tv. Gazetesi’nde bir haber gördüm; okudum diyemiyorum. Millî Eğitim Bakanlığı, yeni bir ‘eğitim’ yöntemini ilgililere iletmiş: DAYAK. Ayrıntıya girmiyorum; meraklısı araştırıp bulabilir. Derler ya; Napolyon bakmış ki (1812) topçu ateşi durmuş.  İlgili komutanı çağırıp sormuş:
-Niçin ateşi kestiniz?
-Dokuz sebepten dolayı.
-Neymiş O sebepler?
-Bir: Barut kalmadı. İki…
-Sus yeter; ötekilere ne gerek?
Ben de haberin ‘Dayak’ eksenine bağlandığını görünce, ayrıntıya önem vermedim; çünkü biliyorum ki Dayak’ın ayrıntısı iğrençtir…  
Gazeteye yorum yazdım; henüz yayımlanmadı. Yayımlanmaya - bilir de; çünkü kendimi övdüm(!) Üç kızım ve bir oğlum var. Hiç birini bir tek gün bile azarlamadım; ikna ettim. Çocuklarım, bu sayede akademik kariyer yapabildiler. Eşime de bir kez bile küçültücü karşılık vermedim. Hatta geçen yıl çocuklarımla bir aradayken sordum: Annenize sert bir çıkış yaptığım oldu mu hiç?
Yanıt: Olmadı… Derim ki bir ailede, sınıfta, okulda, ülkede dayak egemense, O topluluk insancıl değerlerini kokuşturur.
Bir yakınım, ailece bayram ziyaretine gelmişlerdi. Oğlunun üniversiteye giriş  puanı yeni gelmişti. Ben su için mutfağa girip geldi; baktım delikanlı sinsice ağlıyor. Sordum, bir şey yok dedi. Sonra annesi gizlice dedi ki babası dövdü, niye şu fakülteyi kazanmadı diye… Az kalsın delikanlıyla birlikte ben de ağlayacaktım. Dayak başarının, eğitimin itici gücü olabilir mi?
Şanslıydım; öğretmen okullarında çalıştım hep. Sınıf mevcutları normal, çocuklar seçilip alınmış, bakımları yerinde… Öğrencilerimi değerlendirirken, iki yönlü düşünürdüm: Hak etmeyene fazla not vermek, öteki çocuğu cezalandırmak olur. Toplumda bozunma oluşur. Kaba deyişle sırt üstü yatanla, göz nuru döken, birlikte mayalanmış olur. Ben yine de yanılgı payımı, öğrenci çıkarına dönük kullanırdım. İki azılı dersin öğretmeniydim: Cebir ve geometri. Çocuğun iki dersi birden yıkıksa, umutlu olan birini hoşgörülü değerlendirirdim. Öğrenci dersi kavrayınca, sınıfta ders yapmak, orkestra şefliği hazzı veriyor öğretene.
Mersin’den Ankara’ya naklim çıktı:1970.  Film, Radyo-Tv. İle Eğitim Merkezi, bize ek ders veremediği için, başka okullardan ek ders alabiliyorduk.
Ankara-Keçiören lisesinin müdür başyardımcısı, Kars Kâzım Karabekir Öğretmen Lisesi’nden öğrencim, Yılmaz AKÇAY. Sevindim; onun lisesinden ders aldım. Lise I. sınıf Cebir-geometrisini verdiler. Sınıf mevcudu altmış beş (65). Sınıf sessiz gibi duruyor; ama yine de uğultulu. Dersi dinleyen yok… Bir ders  yılını  zor bitirdim. Müdür yardımcısı öğrencimden ayrılık izni isterken, bir de şaka yaptım:
Ben artık, gerçek öğretmenlik anılarımla yaşamak istiyorum… 

4 Eylül 2013 Çarşamba

KONUK YAZAR: MURAT DUMAN

KONUK YAZAR: Usta Gazeteci İsa Kayacan ‘Vefa’nın İstanbul’da bir semt haline gelişinden şikâyetçi, Murat DUMAN

KONUK YAZAR:
Usta Gazeteci İsa Kayacan
‘Vefa’nın İstanbul’da bir semt haline gelişinden şikâyetçi
Murat DUMAN
Atatürk Araştırma Hastanesi’nde ağır bir ameliyat geçiren edebiyatımızın unutulmaz ustası, gazeteci, şair, yazar ve daha önemlisi edebiyat aşığı mükemmel insan, aşağıda yazdığım şiirin her kelimesini fazlasıyla hak eden Prof. Dr. İsa Kayacan hocama sonsuz saygılarımı sunarken sağlıklı olarak aramızda o güzel köşesinde okurlarına kavuşmasını yüce Allahtan niyaz ederim.
Okurları dedim de başa iş gelmeyince dost düşman belli olmazmış derlerdi ya atalarımız. Bu sözün gerçeğini usta kalem İsa Kayacan hocamda gördüm. Bugüne kadar şiirlerini ve yazılarını dergilerde, gazete köşelerinde halkla buluşturan edebiyat aşığı değerli ustamızın, hastalığı münasebetiyle ziyaretçi sayısının iki elin parmakları kadar insan olduğunu sanmıyorum. Oysa Kayacan hocamız, o kadar insanlara hizmette bulundu ki, tarifi ve sayısı mümkün değil.
Saygı değer üstat, güçlü kalem Mustafa Ceylan hocamızın bir sözünü nakletmeden geçemeyeceğim, üstat şöyle diyor; “İsa Kayacan hocamız, gazete köşesinde yazdığı insanların şiir ve tanıtım yazılarını postaya vererek gönderdiği posta masraflarını bir bankada toplasaydı, Çankaya’dan beş daire alabilirdi”.  İnanın bu söz abartılmış bir söz değildir. Mustafa Ceylan hocamızın tespitine 18 senedir yanında bulunan bir insan olarak harfiyen bu tespitin doğruluğuna katılıyor ve üzülüyorum.         
Saygı değer hocamızın gerek rahatsızlığının tespiti esnasında gerekse ameliyat olma noktasında elimizden geldiğince yanında bulunmaya gayret etmeye çalıştım. Hocamın üzüldüğünü gördüm ve hocama neden üzüldüğünü sorduğumda şöyle söyledi; “Murat bey, bu insanlarda neden ahde vefa yok, bak sen işini gücünü bırakıp hep yanımda oluyorsun. Kaldı ki bu insanlara 40 senedir elimden gelen her güzelliği yapıyorum”. Ben de gönlünü almak için; “Hocam ben ne yaptım ki size” dediğimde; “Daha ne yapacaksın, biraz doktor olsan ameliyatıma bile girecektin Allah’tan doktor değilsin de dışarıda bekliyorsun” dedi. 
Ben de ne yalan söyleyeyim o sözü nefsime hoş geliyordu ama gerçekten hocamızın bizlere yaptığının yanında şahsen ben hiç bir şey yapmış sayılmam. Kendi yaptıklarımı kaldı ki benim yaptığım çok şeyde yoktu, çünkü bütün gereksinmelerini iki kızı Gül ve Filiz hiç üşenmeden seve, seve babalarına gerçek bir evlat görevini canı gönülden yapmanın gayretini sergiliyorlardı ve ben bir Yozgatlı olarak kendileriyle iftihar ediyordum. Çünkü Gül ve Filiz’in cennet mekân anneleri Yozgat merkezdendi. Nede olsa benim toprağımın gelenek ve göreneklerinde aile terbiyesi almış olmaları beni ziyadesiyle mutlu ediyordu. Herkes ana babasına düşkündür ama Yozgat kültürü bu konuda daha hassastır.
Kayacan hocamızın üzüldüğü kadar vardı, bu kadar yıldır hizmet ettiği bu insanlar neredeydi? Üstüne üstlük bu hizmetlerin karşılığında Allah rızasından başka bir tek kuruş maddi çıkarı da yoktu. Bir keresinde İsa Kayacan hocamla Mustafa Ceylan hocamın daveti üzerine Güllük Dergisi Olimpus Şiir Etkinliği’ne gitmiştik. Hocamın çantasını arabadan indirdim, içinde hiç bir şey yok gibiydi.  Etkinlik bittikten sonra hocamı Antalya otogarına bıraktım. Arabamın bagajından çantasını çıkartmaya çalıştım, çanta yerinden kalkmıyordu. Hocama espri mahiyetinde; hocam bu çantaya taş mı doldurdun dedim. Hocam da bana “Ne taşı Murat Bey, herkes köşemde yazmam için kitap verdi, bende aldım çantaya doldurdum” dedi. Çanta dolusu kitapları taşımak mümkün değilken, bu nasıl bir özveri ki, bu malum insanlar ahde vefayı bilmiyorlar, postayla gelen kitap ve şiirler de cabası. Bu insanların yüzde biri dahi arayıp ta geçmiş olsun nezaketinde bulumadılar.
Düşünebiliyor musunuz, hem köşesinde şair ve yazarları tanıtıyor, hem de üşenmeden köşelerinin bulunduğu gazeteleri parasını ödeyerek postayla gönderiyor. İşte bunun adı edebiyat aşkıdır. Türkiye’mizde böyle edebiyata hizmette bulunan kaç kişi vardır? Belki vardır ama sayısı bir elin parmakları kadar olsa gerek.
Evet, saygı değer okurlarım, bu memlekette bu gibi değerlerin kıymeti hizmet verdiği insanlar tarafından bilinmediği gibi, kültüre hizmet edenlerin kıymetini bizleri yönetenler de hiç görmemektedirler! Asıl bu gibi değerlerimiz, vatanın temel taşlarıdırlar. Bu taşlar olmazsa asla temellerimiz kurulamaz. Yöneticilerimizin değer verdiği insanlar mutlaka vardır. Özünde bilgi fakiri ve meydanlarda şov yapan sözüm ona sahne oyuncularına bütün imkânları seferber ederler yöneticiler. Peki, onlar bu vatana ne verirler, kocaman bir hiç...
Şovmenler iyi populizm yaparak rollerini güzel oynarlar. İnsanların şu konuyu çok iyi idrak etmeleri gerekmektedir. Vefa İstanbul’da bir semtin ismi olmamalı, hele yazar-çizer insanların vefayı çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Çünkü armut dibine düşer, edebi ve edebiyatı bilen her insan yazmakla beraber edepli de olması gerekmektedir. Şayet edep ve hayâyı bilmiyorsa o şair ve yazardan ne köy olur, ne de kasaba. O insan sadece edebin ve edebiyatın adını taşır ve bu güzel ilimden asla haberdar olamaz. Cennet mekân Ahmet Tufan Şentürk hocam bana derdi ki; “Oğlum şu sözümü unutma, ben iyi şiir yazanı severim, ama ille de şairin ahlaklı olanını daha çok severim.”
Şair ve yazarlar toplumun önünde çığır açan insanlar olduğu için, onların hata yapması asla affedilemez. Şairse, yazarsa ahde vefayı bilecek, bilmeyenlere de mutlaka bildirecektir. Gerisi bana göre angaryadır. Ne hazindir ki, bu güne kadar zahmet edip kendisini telefonla dahi aramayan, sözüm ona müteşairlerin haberi olsun: Hocamız sağlıklı olarak şu anda aramızda, köşe yazılarını yazarak gönlümüze serin sular sunmaya devam ediyor. Bu vesileyle saygı değer Prof. Dr. İsa Kayacan hocamıza Yüce Allah’tan sağlık ve sıhhat dileyerek, sözlerime son vermek istiyor, sevgi ve saygılarımı sunarak sağlıklı, hayırlı, uzun ömürler diliyorum.
NERDESİN?
Prof. Dr. İsa Kayacan hocama ithaftır.
Şu rüzgârlı sokağın rüzgârı esmez oldu,
Gözlerim hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?
Sohbetler dil vermiyor hasretin kalbe doldu,
Yüzlerim hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?

Hastaneye sermişsin yaraların derinde,
Sevenlerin hüzünlü gamlanır kederinde,
Okurların küşümde seni bekler seferinde,
Sözlerim hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?

Kimlere teslim ettin, sevgi dolu köşeni,
Sakın asla kaybetme ilim sunan neşeni,
Bizlerden uzak kalsın yanlış yolda koşanı,
 Hazlarım hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?
     
Yanından ayrılmadı iki yavrun Filiz gül,
Babalar sevilmez mi onların değerin bil,
Gündüz gece başında perişan hem de sefil,
Hazlarım hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?

Sapa sağlam ayakta ömür sür kana kana,
Allah’ım şifa versin sen lazımsın cihana,
Bu dünya çok fanidir yazalım haktan yana,
Gizlerim hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?

Dumanoğlu hüzünde haktan sağlık diliyor,
Yine sohbet edeceğiz inan kalbim biliyor,
Ahdi vefa bilmeyen sahte dostlar gülüyor,
Nazlarım hep arıyor hocam şimdi nerdesin..?

21 Ağustos 2013 Çarşamba

KONUK YAZAR:
KİLİMİN DESENİ
                                                                                 Nadir ŞENER HATUNOĞLU
                                                                                  (Matematikçi - Bilim Uzmanı) 
Nadir Şener HATUNOĞLU
Matematikçi-Bilim Uzmanı
Omurgamdan yatağa çakıldım. Yardımcım Sultan  hanım, yemeği önüme koydu. Elim kaşığa gitti; fakat gözüm kilimin nakşına takılıp kaldı:
            - Öğretmenim, yine nerelere gittin öyle?!
            - Çizmelerin mahmuz şakırtısı…
            - Hangi çizmeler? Ne şakırtısı?
15 Mayıs 1919. Düşman askerleri İzmir’de. Caddede sıraya dizilmişler. Komutanlar bakımlı atların üstünde.  Hepsinin  formaları pırıl-pırıl: “Rap rap rap!” yeri-göğü inletiyorlar.  Bu sırada, yüreği göğsünü ‘gümbür-gümbür’ döven bir yiğit EFE, tabancasını çekerek, en öndeki sancaktarın alnının ortasına  iz bırakıyor…
            İstanbul daha hüzünlü… Ortak düşman komutanlar, pırıl-pırıl çizmeleriyle, vatanın bağrında tepiniyorlardı. Yurtseverler ve komutanlar toplanıp karar verdiler:  
             “Ya istiklâl ya ölüm! ”
             “Yedi başlı azgın dev çöktü üstüne Türk’ün,
            “Tutuştu alev-alev yüreği Atatürk’ün.
            “İstanbul’dan Samsun’a çıktı yola seherden,
            “Yükseldi güneş gibi göğün bittiği yerden.
19 Mayıs 1919 Samsun; giderek Erzurum. Rütbesini söküp atmış, artık sıradan bir yurttaş olmuştur Gazi Mustafa Kemal. Peki niçin Erzurum?! Erzurum Dadaş’ı vatanın bağrında tepinen düşman çizmelerinin acısına dayanamamış, yeniden bağımsız bir TÜRK DEVLETİ kurma girişiminde bulunmuştur.
En azından şu sıralar, acil giderler için ‘bin ‘ adet altın gerekmektedir. Halk yoksul kalmış  Erzurum Kongresi’nin baş aktörlerinden emekli Binbaşı Süleyman Hatunoğlu, endişeyi dağıtıyor:
            -Ben savaştan savaşa koşmaktan, evlenmeye fırsat bulamadım. Çoluk-çocuğum yok. Birikmiş (dokuz yüz) altınım var. Bunları devletime veriyorum. İleride düze çıktığımızda, geri verilse de olur verilmese de… (T.S.K. arşivinden. N.Ş.H.)
            Savaş; ama asker, çarık-çorap, nafaka, gömlek, ceket, silâh yok… İnönü kırsalında kazanılan zaferi, günümüz koşullarında değerlendiren genç subaylar, küçümseye-bilirler. Bu zafer, yırtılan Türk aort damarına atılan dikiş olmuştur. Bu nedenle de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; General İsmet İNÖNÜ’YE çektiği telgrafta, şunu söylüyor:
            -Sen orada, TÜRK’ÜN makûs talihini yendin!
             ***
KONUK YAZAR:
Adım Salih, 13 yaşındayım
                                                                                                          Osman BAŞ
Osman BAŞ
            1999 yılı Aralık ayının son günleri, akşamı mevsim normallerinin üzerinde seyreden soğuk bir gece yarısı sonrasında Ankara Zekai Tahir Burak Doğumevinde dünyaya gelmişim.
            Babam sabaha kadar uyumamış ve annemi ve beni de görememiş.
            Ameliyat ve servis bölümleri arasında kendi ifadesiyle “iki ileri bir geri” olta atıp durmuş.
            Aralıklarla servisteki görevlilere gidiyor “ ne olur bana yardımcı olunda oğlumu ve hanımımı göreyim “ diyormuş. Ama nafile kimse yardımcı olmuyor, “ Daha hazır değil” diyorlarmış.
            “Biliyor musun oğlum, o gece sabah oldu ya, gerisi gam değil. Sesini bir duysam, ağladığını, annenin gülümsediğini görsem telaş etmeyeceğim. “
            “Hamamönü’nde İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif’in bir dönem yaşadığı evinin de bunduğu yerdeki Camiiden okunan sabah ezanının harika bir esintisi ve duygusu ile inanılmaz huzur ve rahatlatan imamın sesiyle kendimi camii de buldum.” O geceye ne zaman hatırlasa hatta anlatmaya kalksa babam duygulanıyor.     Babama o sabah ne dua ettin diye defalarca sordum. Her defasında gülümsedi. “ şükür ettim.” dedi. “ sağlık ve mutluluk “ diledim dediğinde kucağına atlayıp öptüğüm anlar çok olmuştur.
            Artık 13 yaşlı bir genç oluyorum. Annem; “Her gün değişiyorsun. Boy atıyor, toy salıyor, sakal uzatıyor, gül açıyorsun.” Diyor.       
            Biliyorum değişiyorum.
            Annemin bu söylemleri beni mutlu ediyor. Babam çaktırmadan bıyık altından gülümsüyor, göz ucunu benden hiç ayırmıyor.
            Hastaneye döndüğünde annemin odasında ikimizi bulunca babam kontrolü kaybedip, ellerini havaya kaldırarak; “ Allahuekber… Şükür Allah’ım”            diye bağırmış.
            Sonra beni kucağına alıp koklamış ve öpmüş. Anneme teşekkür etmiş.
            İlk defa baba olmanın tadını, lezzetinin verdiği duygu ile dünya hayatının her şeyi değişince babam annemi daha bir korumuş, incitmemiş, üzmemiş.
            11 yaşındaydım. Babam haber göndermiş okula, Salih hemen eve gelsin diye. Dersten aldılar beni, müdür bey saçlarımı okşadı, “izinlisin bu gün haydi eve git” dedi. Kafam karmaşıktı. Korktum. Dedem hastaydı ve onu çok seviyordum.
            Eve geldiğimde babam kapıda karşıladı. Elimi tuttu dedemim odasına götürdü. Dedemim sağ başucunda babaannem oturuyor. Elinde peçete ve yanında zemzem suyu ile dolu bardak gözlerini hiç ayırmadan dedeme bakıyor ve içinde sürekli bildiği dua ve sureleri okuyordu.
 Karşı taraflarda annemler Kur’an okuyorlar. Babam ayakucuna diz çöktü. Bana da babaannemin yanına oturmamı işaret etti.
            Odada çıt yok. Babaannem odada sinek uçurtmuyor, gül suyu ile havayı temizliyor. Tatlı bir huzur akıyor içime. Dedeme gülümsüyorum.
            Salih dedem. Bana adını veren dedem.
            “Geldin mi oğul. Gel. Gel. Gel… “ Ellerini bana uzattı. Ellerimi avuçlarının içine aldı. Diğer eli ile üzerine koydu. Babama hitaben;
            “ Siz beni mutlu ettiniz, dünya hayatımda sizden memnun kaldım.
            İnşallah Allah’da sizden ve benden razıdır.”
            Babamın gözleri dolu, babaannemin gözleri hiç hareket etmiyor, dedeme kilitli. Dedem yarı baygın gözlerler babam, babaannem ve benim üzerimde geziniyor. Gülümsemeye çalışıyor.       
            Babama hitaben; “ Hakkım sana ve ailene helaldir.” Tane tane derinden bir sesle “ sen ve dahi gelinim, torunumda bana hakkınızı helal edesiniz.”
            Babam, dedemin başucuna geldi. Ellerini avuçlarına koydu. Öptü, öptü, öptü… Sonra uzandı, iki yüzünü öptü. “ dedem babamla bir ara yüzü yüzünde kaldı. Babam ellerimi alıp dedemin elini verdi. Bende babam gibi yaptım. Ellerini öptüm. Öptüm, öptüm… Bırakmadım yüzümde tuttum. Çok sıcaktı.
            Bir ara anneme baktım, gözlerinden çeşme misali yaş akıyor ama dedeme göstermiyordu.
            Babaanneme bakamıyorum.
            11 yaşındayım ve yaşadıklarımın izahını yapamıyorum. Ama dedemi çok seviyorum.
            Neden sonra babam beni odadan dışarı çıkardı.
            Bu gün dahi o dakikaları hatırladığımda dedeme dayanamıyorum. Helalleşmek çok önemli ve güzel şeymiş. Babamdan çok duymuşum ki; “ dedem hepimizden razı gitmiş. Hakkını helal etmiş. Dünya hayatında çok mutlu olmuş ve emanetini çok kolay teslim etmiş.
            Dedemi çok özlüyorum.
            Her fırsatta dedemi ziyarete gidiyoruz. Ona beklediği duaları ve hatimler gönderiyoruz. Babaannem çok mutlu oluyor.
             İyi ki doğmuşum.
            Dedemin adı yaşıyor.
            Babaannem mutlu, dedeme kavuşmak için hazırlık yapıyor.
            ***
AŞK SIRRA KADEM BASTI…
             Osman BAŞ
            “Şiir, dilin anlam, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde kullanarak; bir olayı,   duygu ve düşünceyi ifade etme sanatı olarak tanımlanabilir.” denmiştir.
            Şiirin tanımı için çeşitli sanat anlayışlarına göre farklı yaklaşımlar yapılmış, hatta şiirin tanımlanamayacağı da öne sürülmüştür.
            Yahya Kemal Beyatlı şiiri "Bildiğimiz musikiden farklı bir musiki" olarak tanımlarken, Cahit Sıtkı Tarancı'ya göre şiir "Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır" Ahmet Haşim şiiri "Söz ile musiki arasında olan fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisan" olarak tanımlar. Necip Fazıl Kısakürek ise şiir için "Mutlak hakikati arama işidir" der. Bu satırların yazarı ise; “Şiirim şairin yüreğindeki sırdır.” Diye tanımlar.
            Bu tanımları çoğaltmak mümkündür.
            Son günlerde okuduğum ve bir çok  şiirini şairinden dinlediğim bir kitabı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
            “Aşk Sırra Kadem Bastı” Türkçe Sevdalıları Derneği Başkanı Uğur Kılıç’ın ilk şiir kitabı. 2010 yılında Kültür Ajans yayınlarından çıktı.
            Yrd. Doç. Dr. Erol Barın sunuş yazısında; “ İnsanların sevdaları için bile eline kalem almadığı bir çağda yaşıyoruz, ne hazin… Oysa bu topraklar kaç sevdanın mayasıyla yoğrulmuştur. Hislerimiz ölüyor, kalemimiz elimizden alınıyor sanki. Ancak Uğur Kılıç gibi genç şairlerin aşkın narına yandığını görmek, içimizde yepyeni umutların yeşermesine yol açmıştır.
            “Aşk Sırra Kadem Bastı” bir nevi aşka adanmış kitaptır. Şiirlerin sevda ekseninde toplanması da bunu gösteriyor. Heceyle yazılan şiirlerin yanı sıra ölçü gözetilmeden yazılan şiirlerin gönlünde iz bırakacak güçlü mısralar söylüyor şair.”
            Uğur Kılıç’ın üniversiteden hocası da olan Barın’ın şair ve kitap ile ilgili yazacak çok şeyi olduğunu biliyorum.
            “Yürekteki iki büyük sevdaya ithaf edilen şiirlerin derinliğinde yürürken duygu adına istediğin her alan ve konuyu bulmak mümkündür.
            Uğur Kılıç’ı okumak başka, dinlemek başkadır. Türkçe Sevdalıları Derneği ve Kümbet Altında Dergisi olarak Altındağ / Hamamönü Kabakçı konağında gerçekleştirilen kültür ve edebiyat programlarının mimarıdır.

            “ Gözlerinde bir tebessüm bırak gönlüme,
            Kaplasın içimi sevda ateşin…
            Yokluğun düşerken iklimlerime,
            Bitsin artık apansız çekip gidişin!”

            Aşk ışığının gizli olduğu tendeki,  sevabı ve vebali sevgiliye sunmak ne zor şeydir. Yüreğin içinde filizlenen sevdaların merkezine oturan mısraların ve devamının ömrün bir bölümünü çalmasına rıza gösterenlerin sayısı ne kadardır.
            Bir ömür boyu aranacak yar için yazılan şiirin mısralara oturup, dizeleşerek dörtlüklerle okuyucuya uzanmasına kadar, geçen vaktin ve yaşanılan duygunun izahı elbette şaire aittir.
            Şair, kitaba adını veren “Aşk Sırra Kadem Bastı” şiirinde;

            “Bir yüzü yaşam dünyanın
            Diğer bir yüzü ölüm…
            Sevda bir nefeslik durak,
            İkirciklenir yürek,
            Geç kalınmış yarınımız
            Yaşam, ölüm, aşk arası
            Yürekte sevi yarası
            Son umut kendini astı,
            Aşk sırra kadem bastı…”

             Atmış altı şiir bulunan ve yetmiş iki sayfa olan kitabı; bütün şiir yazan, okuyan ve şiir dostu olan herkese tavsiye ediyorum. Kesinlikle kendi hayatlarından kesitler bulacaklar ve birçok şiiri de birden fazla okuyarak önemli notlar alacaklardır.
            “ İyi kitabın övgüsü kendi içinde saklıdır” denmiştir.
            ***
DELİTAY UZAKLARA GİDİNCE…
Osman BAŞ
            Bahara yağmur olmuş gözyaşların kendi ıslanışına neden olan akıntılarının hesabını soracak sabâ rüzgârını arıyorum.
            Ey sabâ rüzgârı! Sen cansın, canansın. Bu gecenin sabahında yüreğimi teslim almalı ve serinliğinde güne merhaba demeliyim.
            Yâr görmüşlüğü, tutmuşluğu, gülümseyişi zamanı birleştirirken bal tadındaki muhabbete kavuşmalı ve mutlu olmalıyım. Gül aşkı ve vaktini şafağını dua ile karşılamalıyım.
            İnsan beynini yormayacak, vakte hüzün salmayacak kelimelere selam verişim sağlıklı dakikaları hissetmem ve yaşamamla aynı paralel de yürüyüşe katkı sağlamak içindir.
            Yâri terk etmiş ya da uzak diyarlarda olan bir aşığın halini normalleştirecek, derdine çare olacak ilacın halen üretilmemiş olması, çağımıza artı olmayacaktır. Çile çeken âşıkların işini düzeltecek projeler halen yoktur.
            Elem ve kederin bitmediği anlarda sözü ve tedbiri bilmek rahatlığını yaşamak güzeldir.
            Gidenlerin gelenlere denk olmadığı anlarda sürat köprüsü geçit vermez olur. O an şair olmak nicedir, bilinmezdir.
            “Söze kulak asmak, ateşe su olmaksa, ses veren her akıntının serinliğinde mutlu olmalıyım.”
            Lâ havle gülümseyişinde dua ile beslenişin ılık rüzgârıyla ufukların ötesine sefere çıkmalıyım.
            Avuçlarımda ne varsa aralıklarla yok oldular.
            Değerler, benler ve gerçekler ani çıkışlarla beni yalnızlığımla baş başa bıraktılar.
            Kendi hayatını istediği gibi yönetenlere gıpta ile bakıyor, imreniyor ve nedenlerine takılmadan kendim dahi tarif edemediğim bir burukluk yaşıyorum.
            Gece bitiyor, düşlerimle senli benli konuşurken. Bilgisayarın duşları arasında sabaha giden yolları bir türlü bitiremiyorum.
            Kalem dostluğunu duşlarla yakalamam mümkün olmuyor.
            Seviyesi tarifsiz yorgunluğumun korunmaya ihtiyacı var. Bozkır yalnızlığımın sızılarıyla baş başa masum ve sessiz dünyama umut olacak desteği aramalı bulmalı ve beynimi rahatlatmalıyım.
            Kapıların ne halde olduğunu unutmuşluğun ara sokaklarında gece sabahı, sabah geceyi düşlemektedir. İçeride ve dışarıda var olmak, bende buradayım diye haykırmak için doğduğum köye mi gitmek gerektir.
            Köyüm, bıraktığım günün neresindedir.
            Sormadan gelenlerin, aniden gidişlerini taşıyamıyorum.
            Ankara sonbaharı bitirmek üzeriydi. Güneş bitiyor, ılık rüzgâr gidiyor, hava üşüyor, ben titriyorken doğduğum köye doğru yola çıkıyorum.
            Günler su gibi akıp gidiyor ben babamı unutamıyorum.
            Babam hayatını hiç kimseyle paylaşmadı. Bütün hatırlatmalarıma rağmen annemi hiç anlatmadı. Sadece hakkını helal etti.
            İşte bu yüzden ben duygulara teslim olup yazıyorum.
            Yaşadığım onca ölümler, beni kendi seyrinde önce teslim aldı sonra yola saldı. İstediğini aldı, istediğini yükledi.
            Önce annem… annem… annem…
            Sonra, Delitay uzaklara gitti. Bıraktığım yerden dönmedi.
            Babam son bayramında gelininden paça çorbası istedi.
            Derin bir nefes, tartışmasız bir rahatlayışın bütün vücutla paylaşımıydı.
            Çocukluğumdan bugüne hayatımda neyim varsa paylaşmalıyım.            Şimdi, bahara yağmur olmuş gözyaşların kendi ıslanışına neden olan akıntılarının hesabını soracak saba rüzgârını arıyorum.
            Ey sabâ rüzgârı! Sen cansın, canansın. Bir gecenin sabahında yüreğimi teslim almalı ve serinliğinde güne merhaba diyecekken beni ebedi mekânıma almalısın.
            ***
DUA’YA TESLİM OLMAK…
                                                                                              Osman BAŞ
            Mübarek gün ve gecelerin değerlendirilmesi, üzerinde konuşulması, yorumlar ve yazılar yazılması bu çok önemli ve hassas alanda okuyucuyu ve dinleyiciyi tatmin eden konferanslar, paneller düzenlemek ve açıklamalar yapılmak ne kadar güzel.
            Söz söylemek; yeterli bilgi ve birikimli olmayı gerektirir. Yazmak için daha da ileri seviyede araştırmalar yapmak çok önemli bir ayrıntıdır.
            Rahmet elçisi, örnek ahlakı, El-Emîn oluşu, kendisine duyulan derin sevginin, gönüllere ilmek ilmek işlenişi, sözlere ve toplumsal bilince aktarmak amacıyla her yıl daha yüksek, istekli, heyecanlı bir şekilde dünyaya gelişlerini hatırlamak dua okumak, O’na yakın olmak için gece ile gündüzü dua ile birleştirmek ne güzel.
            Yakarış, yöneliş, arındırmak, kim bilir kendimizi denetleme, nerede olduğumuzu bilme ve bulmanın zamanla bütünleşerek, huzura giden yollarda varsa çamur, ayrık otu, dikenleri temizlemek gerekmektedir.
            Milli ve manevi değerlerimizin şükür ve dua merkezleri olan camilerimizde yapılan mevlit programlarını seviyorum. O gece ve akşamlarda evde isem ailenin iftar sofrasında olmanın tadı ve lezzetini yaşıyor kendi serinliğimdeki nefeslerimle geceye hazırlık yapıyorum.
            Akşam ve yatsı vakitlerinde dua görevlerimi ifa edip televizyonlarda, kaza namazları öncesi mevlit dinlemek beni dinlendirmekte ve duygu yüklemektedir. Eğitimli ve güzel sesler çoğu zaman damlalarla süsleniyor, yüreğim gözlerimle bütünleşiyor.
            Dünyaya gelişlerinin ilk saniyelerindeki değişimler ve belirtilerin tatlı gülümseyişiyle, okudukça rahatlıyorum. Dinlediklerimle zirveye ulaştığımda yerimden kalkıyor, diz değiştiriyor, masam da ne varsa bir yudum ya da bir lokma alıyorum.
            Bu davranışlar için beynim hiçbir talimat vermiyor. Tamamen istendik ve kendi seyrinde gayri ihtiyari vaktin zamana teslimiyetiyle anlık uzanışlar.
            Okuyorum, günlük bilgi ve birikimlerimi sürekli besliyor,           duaya teslim oluyorum.
            Geceye uzanan, karanlığı aydınlatan ne kadar güç varsa; “uzakları yakın, yakında görünen uzaklarımı avuçlarımda toplayıp, yüz sürmenin, gül suyu sunmanın, kenetlenmiş kalp ve ellerin beraber yol hazırlığında olmalarının ötesinde gönül birliği içinde gülümseyişlerini bilmek, görmek ve dahi hissetmek “ol “ emri istikametinde saniyeleri dakikalara gönderişi izlerken akşama ve sabaha merhaba demenin ne güzel bir sesleniş olduğunu muhataplarla paylaşıyorum. Olmanın bıraktığı ne varsa nefes hecelerine “devam” diyebilmek selam verip uyumak istiyorum.
            Tenim saba makamında bir şarkının kendi ekseninde döndükçe, karanlığım kendi içime saldığım aydınlığım olduğunu biliyor ve gördüğümde üşüyorum. Hissediyor, titriyor, soğuk dakikalarıma renksiz merhaba diyor, don tutmuş havaya inat, tenime dokunan sıcak, dört yanımda dönüp duruyor.
            Sessizlik içinde öğrendiklerim ve öğreneceklerim nasıl yaşamam konusunda kendi yanlışlarım ve doğrularımı karıştırmadan gül aşkıyla nefes almamı sağlıyor.
             Şükür ediyorum ki beynimi kontrol altında tutuyor, mevcut söylemlerin sağlıklı tahlilini yapıyorum. Kendimi teslim ettiğim dinimi biliyorum ve mutluyum.
            Nefsin insanı olumlu ve olumsuz nasıl teslim aldığını çok iyi bilenlerdenim.
            İnsan bir sorunla karşılaştığında, kalbinin kapılarını sürekli açık tutmalıdır.
            “ Doğru tercih” gereklidir.  Su üzerine yazı yazmak için asla bir gayretim ve talebim olmamıştır.
          İlahi esintilerin kalpleri okşadığı, asra bedel olduğu gecelerde, dualarımın makama ulaştığını bilseydim. Hayatıma olumlu yansırdı diye düşünüyorum.
         Bu günlerin feyzi üzerinize, rahmeti geçmişinize, bereketi evinize, nuru ahretimize, sıcaklığı yuvamıza dolsaydı. Kalabalık ailelerin günümüze yansımış haliyle sofralarımızın dolup taştığı hane büyüğü olarak yaşamaya hazırdım.
            Felek ferman dinlemez dense de, feleğe talimat verecek makamın yetkileri benim bilinmezlerim arasındadır.
            Anlaşılan ve anlaşılmayan, istenilen ve istenmeyenler hanesinde üzerime yürüyen akıntıların ağırlığını sürekli hissediyor ve kurtulmak da istiyorum.
            Kelkit yüreklim, dalgalarla dostluğun, sulara dalışın ve akıntıya teslim oluşun manilerle beslendiği kültürün kendine has güvenliği ve huzuru vardı.
            O varsa hedefte milli ve manevi dünyamın bütün meyveleri dalları eğecek kadar dolu olur, güneş yanmışlığında kızarır ve olgunlaşmaya doğru yol alırdı.
            Fetih yüreklim. Yıldızları selamlayıp, ufukları avuçlarımızda toplarken, mavinin bütün tonlarından göz sefamıza tatlı bir sunum yapıp, tarihin derinliğinde sefere çıkmak için hazırlıkları tamam etmek gerek. Yol gitmek, yolcuya yoldaş olmak için,  ben sana teslim oluyorum.
            Teslimiyetim fetih yüreğinedir. Vaktim millet aşkımla tamamlanmış bir tas ayran serinliği güveninde hizmet aşkımla var olmaktadır.
            Her şeyi anlıyorum. Türk –İslam ikilisi adına belleğimde ne varsa, hayat damarlarımda güvenle dolaşmaktadır.
            Zaman çok kısa ise, ömür uzatmanın çabası beyhudedir.  Acele ve ecele merhaba demenin neresinde olmam gerekse oradayım.
            Ankara’ya kar yağıyor. Ara sokaklarında Dikimevi’nden Abidinpaşa’ya doğru yürüyorum. Eski mahalleme gidiyor olmam yoruyor beni. Yokuşları sevmiyorum.
            Dikmen yamaçlarında çocuklar tahta üzerinde aşağıya akmaya çalışıyorlar. Ben yürümeye…
            Akşamlarım kendi sessizliğimde yol bulmaya çalışıyor. Yıldızlar selamıma cevapsız kalırken ay pas vermiyor. Uzadıkca uzuyor geceler.
            Hasret yüreklim. Her şeyin yolunda olduğu günlere yakın olmak istiyorum. Şiirin dörtlükleri arasında sörf yapan, dalgalarıyla dans eden güfte samimiyetiyle bestekârlara merhaba diyorum. Piyanonun duşlarında kulaklarımıza akan bir şarkının ritmi kadar tanıdık, bildik olmalı her şey. Su sesi kadar udi, rüzgâr okşayışınca dokunmalı istediğince. Ah… Şu edebiyatçılar. Şairler ve bestekârların birlikteliğini bir türlü anlamazlar ve sağlıklı da anlatmazlar.
            Söz söylemek; yeterli bilgi ve birikimli olmayı gerektirir. Yazmak için daha da ileri seviyede araştırmalar yapmak çok önemli bir ayrıntıdır.
            Beklentilerin umut makamında ses verdiği anlarda tatlı bir ney sesi özlemiyle ufukların ardına otağ kurmak için hazırlık yapmak,  mükemmeli üretmek için malzemenin tam olması gerek.
            “Herkes kendi vaktinin gelmesini beklemektedir.” Denmiştir.
            Olgunlaşma vaktinden önce dönüşüm gerçekleşmezse, dolu vurur, ayaz üşütür, susuz kalıp kuruma faslı başlarsa, yaprak yığını üstünde gönül küskünü yeşermişler nemli sabahlara mecbursa, vakti beklemek nice olur.
            Doğru çözümler, kalp kapıları açık bir olgunluğun aritmetik tablolarında daha sağlıklı sonuca ulaşacaktır.
            “Doğru tercih” sağlıklı beyinlerin elinde hizmet alanında kullanıldığında toplumun, milletin ve dahi devletin yarınları bahar güzelliğinde kendinden emin olarak hasat mevsimine doğru güvenle yol alacaktır.
            Gerçekler, hayal içindeki hayaller değildir.
            Okuyorum, günlük bilgi ve birikimlerimi sürekli besliyor, dua vaktim, sana teslim oluyorum.                                                                                        
            ***
Kaybettiğimiz değerlerin unutulmaması…
                                                                                        Osman BAŞ
            Hayatımın unutulmaz anlarını yaşıyorum. Eylül 2012 de Akçağ yayınlarından çıkan ve ülke sınırları içinde ve dışında bilinen, aranılan kim bilir beklenen kitap Har-ı Bülbül ile birlikte güzel günler yaşıyorum.
            Yazılı ve görsel basın ilgi gösteriyor. Tatlı bir yorgunluk yaşıyor olmanın güzelliğini ve mutluluğumu dostlarımla da paylaşıyorum.
            İstanbul Büyükşehir Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Müdürlüğü kaybettiğimiz değerlerin unutulmaması, minnetle yad edilmesi, yaşayan değerlerimizin kıymetlerinin bilinmesi için programlarına devam etmektedir. Şubat ayı programında, vatan şairi ve yazar Orhan Şaik Gökyay tanıtılıyor. Birçok eseri bulunan çınarımızı; yakınları, şair, yazarlar ve sevenleri çeşitli yönleriyle tanıtıyoruz.
            Program iki saat sürüyor.  Programı edebiyat dünyamızın yakından tanıdığı, bu tür programları televizyon ve salonlarda yıllardır başarıyla yapan Fazlı Karaman beyi tebrik ediyorum. 27 Şubat 2013 çarşamba günü akşamı 19.30 da Güngören Erdem Beyazıt Kültür Merkezi’nde önce; Boğaziçi Üniversitesinden öğrencisi Prof.Dr. Günay Kut; hocayı anlattı. Anlatım sadeliğindeki duruluk dikkati de beraberinde getirdi. Hocanın bilmediğimiz alanlarında bilgiye ulaştırdı. Zevkle dinledik. Aysen Akdemir’in aileden olduğunu herkes bilir. Hocayla komşu olmak, kardeş aile olmak ne güzel bir kazanımdır. Aysen Akdemir anlatıyor, anlattıkça hocanın özel hayatıyla ilgili bilgilere ulaşıyoruz.
            Fazlı Karaman Bey programı sunuyor, bilgi ve birikimleri ile yaptığı hazırlığı dinleyicilerle paylaşıyor. Konuşmacılar ve hoca ile ilgili güzel değerlendirmeler ve bilgiler aktarıyor.
            Bestami Yazgan yılların derinliğinde sürekli beraber olduğumuz halen Kümbet Altında Dergisi yayın kurulu üyesi ve yazarıdır. Çağın Yunus’u, Karacaoğlan’ı bir derviş yürek, gönül dostu. “Bu Vatan Kimin” şiirini kıta kıta açıklıyor. Açıklama sürdükçe duygu alıyor ve salona veriyor, alkışla da destekleniyor.
            16 Temmuz 1902’de İnebolu’da doğan ve 2 Aralık 1994 yılında İstanbul’da hayata gözlerini yuman hoca, uzun yıllar öğretmenlik yapmış; şair, tenkit yazıları ve araştırmalarıyla dikkatleri üzerinde toplamış bir yazar ve bilim adamımızdır. Bizim nesil “ Bu Vatan Kimin” şiirini mutlaka bilir. Yeni nesilde hocayı tanımalı ve onun bıraktığı yüzde yüz yerli ve milli olan sevdaları bünyesinde toplamalıdır.
            Hani; “her taşı yakut olan bu vatan” diyordu ya… İşte bizim nesil, bu toprağın her zerresinin yakut değerinde, hatta ondan da üstün olduğu inancını yüreklerinde duyabilmiş ise, bunu önce ona, sonrada onun gibi duyup düşünenlere borçludur. O duyurdu, onlar öğretti bunu bize. Bizde bizden sonraki nesillere aktarmak ve sevdirmekle sorumluyuz.
            2012 yılı Orhan Şaik Gökyay Şiir ödülünü Akçağ yayınlarından çıkan Har-ı Bülbül adlı şiir kitabımla almam nedeniyle duygularımı ve genel bilgilerimi aktarıyorum.
            İlk ezberlediğim şiirlerden biri olan “ Bu Vatan Kimin” şiiri anılarımı hatırlatıyor, Har-ı Bülbül şiirimi okuyan Fazlı Karaman beyi selamlıyor, Türkçe Sevdalıları Başkanı Uğur Kılıç’ın şahsında Türk gençliğine ithaf ettiğim “Delitay” şiirimi okuyorum.
            Son günlerde içerimde sesli sessiz bir akıntı bu şiirin besteleneceğini söylüyor.
            ***
ŞİİRE TESLİM OLUNCA…
                                                                                                           Osman BAŞ
            Bilinir ki insanın bir tarafı hep çocuk kalır. Yaşı ne olursa olsun, çocuklarla konuşurken, izlerken çocuklaşır. Bazen de özler çocukluğu, çocukça davranır. Yılların derinliğinde kim bilir ne gizemler gizlidir. Çoğu kez yaşayamayacağını bildiği halde özlemini çeker. Yutkunur... Nefes alır... Bir yudum serinliğinde kendi sessizliğini yaşar.
       Sonra şiirler okunur, dosta dair… Kendi derinliğinde ah çeker. “Harika” diye mırıldanır… Kimse duymasın ister. “Yüreğinize sağlık, çok güzeldi.” Alevinde yanar yürekler, kelimelerin tarif edemediği duygular yaşanır.
            Yüreklerin şiire teslim olduğu dakikalarda mevsimli mevsimsiz sevgiye dönüşen yeşil, baharca duygularla nefes alımlık zaman dilimi aralığında teslimiyeti yaşamaktadır.
            Bir akşam mevsim üşür… Düne dair yaşanmamış hasrete bürünür dakikalar… Otogarda hasreti yaşar. Ayrılığa meydan okumak ister. Beklenmeyen saatlere teslim olduğu anları yeniden yaşamamak adına yürür, düşünür,  yutkunur ve oturur.
            Sözlerin düğüm düğüm olduğu, durduğu, yoğun bakıma alındığı, serum verildiği, iğne takviyesi yapıldığı ateş hattına doludizgin at sürdüğü, yay gerip ok attığı hedefe ulaşmışlığı görmeden oturuş. Sormadan oturuş… Ufuklara akmadan duymadan, dolmadan oturuş…            Hasretle beklemenin bitmeyen dakikalarının hesabını doksan yaşında köy bilgesi Hüseyin Dedeye vermek, paylaşmak, dizlerinin dibinde, nasihatlerini almak ister.
            Şiir dünyasını karartan ve aydınlatan ya da ikisini karıştırıp koşar adımlarla yürüyen kaç Ferhat kaldı, kaç Şirin kaldı delice sevecek. Önce dağları delecek… Sevdiğine azık getirecek… Etrafında pervane olacak, saygıyı ve sevgiyi daima destur edinecek, yaşanan her şeyi kabullenip hiç şikâyet etmeyecek kaç Züleyha kaldı.
            Vakti esir almış bir akşamın şarkılara vurgun dakikalarında sessizce şiire akıyorum. Aylar var ki şiir yazmayan ben, dörtlüklerle sırdaş oluyorum. Yağmur sonrası serinliği yaşayan şehrin geceye eyvallah,  sessizce o notaya ulaşıyorum. Haydi, şiirler oku can dost... Dizeler dörtlüklerle süslensin de dostlara sesinden ulaşsın...
            Yemyeşil çimenler üzerine uzanıp mevsimin güzelliklerini saniye saniye yaşarken, sahili akşama ekleyip duyguların doruğuna ulaşmak ve el sallamak alabildiğine, adı ne olursa olsun mutluluğu yakalamak.
            Şiirler yazmak, unutulmayan şarkılar söylemek. İki kişilik…
            Yamaçlarda turnalarla sırdaş olmak bahar özlemiyle… Sitemi, hasreti bağrına basıp yaşlı gözlerle şiire akan ne varsa yüreğinde toplamak.
       Kaç bahar geçer, güz ekler üstüne de ne hasret biter, ne hüzün yaşanır, sevgiyi mevsime karıp aşka doğru yol alır.
        Gönül defterine yazılanlar unutulmayanlardır. Hayat boyu devam eden koşu… Hep önümüzde olmaya devam edecektir.
            Aydınlanmayan hayal dünyasının gri bulutlarını dağıtmaya gücüm yetmiyor.
            Tane tane yıldızlar, tutam tutam bulutlar… Ay’la, güneş arasına sıkışmış bozkırın yalnız adamına ateş olmuş gül aşkı, can aşkı, huzur aşkı...
            Şiire akıyorum. Toprağa su gibi, toprağa fidan gibi, toprağa yatar gibi, toprağı okşar gibi şiire akıyorum…
            Geceler, şairlerin dostudur, yüreğidir, sessizliğidir, kalemidir, leylaklara uzanıştır, kuş oluştur, şahin oluştur, turna oluştur.
            Aşk ateşinin taht kurduğu gönüllerde mevsimin önemi yoktur. Dört mevsimi birbirine karıp, yârin gözleriyle yol gitmenin tatlı yorgunluğunu avuçlarına alıp muhabbet edişin güzelliği ancak duygu seli ile yaşanır.
             Şimdi yarım kalmış kelimelerin dökülüşünü izliyorum.
             Ben seni nasıl okumam...
            Şimdi saatin kaç oluşunun takıntısına gerek kalmamıştır. Vaktin önemi yoktur. Gece ötesini bildin mi… Gecenin sonunu aldın mı yüreğine… Gerisi duaya akış, secdeye kapanış, yalvarıştır.
        Derinden derine akan seher yelinin, zülfün tellerine attığı düğümlerin bir ötesi gonca
gül dür.
        Uyumayacağım bu gece, Söz adına, aşk adına, gönlümün derinliğindekini yapacağım.
            Vakit gözyaşına teslime hazırlanıyor,  rüzgâr, kışla bahar arası varlığını hissettiriyor.
Artık vakte teslimim…
            Ben ki şiirin esiriyim…
            Ben ki gül aşkıyla duadayım.
            ***
HACI FERHAT MİRZA VE KELAMLAR
                                                           Osman BAŞ
Leylalar ve Aslılar su testisiyle yar yolunu beklemek için ayrıldıkları evlerine halen dönmediler. Yüreğiyle konuşan herkes biliyor ki âşıklar çeşme başını terk ettikleri andan itibaren hasret oturur, güneş yakar, su serinletmez, rüzgâr üflemez olmuştur da yanık nağmeler türkü olup asırlardır söylenmeye devam etmektedir.
Aşka hasretin karışması, müdahale etmesi, bilinen ve bilinmeyen ne varsa avuçlarında bir nefes üfleyişiyle salıverdiğinde vuslat umudunu yitiren gönüllerin hali nice olur bilinmez.
Mecnun ve Ferhat tanış olsalardı Yusuf’u ziyarete giderler miydi? Bilmem ama bir çay faslında bir araya geldiklerinde birbirlerine anlatacakları çok şey olurdu.
Dilimin ucuna kadar yakınlaşıp tam dışarı çıkmaya hazırlanırken söylenmeyip küstürdüğüm kelimeler bilirim. Uzun süre yerinde hiç hareket etmeden dururlar.
Kelebekler omuzlarıma konardı eskiden, ben ellerime alıp severek besmeleyle gökyüzüne salardım.
Yediveren bereketli günlerin en tatlısının sabahıyla sabâsını bütünleştirip üçler, yediler, kırklar aşkıyla huzuru omuzlarına almış ecdadın dünyalık güzelliklerinde yol yürüme vaktidir.
Aşkın gözyaşıyla toprağı selamlayanlardan biri de benim.
Şiir, sadece şiirdir beni anlayan ve anlatan… Dostluğum sınırsızdır.
Kelamlar söylemek için ne kadar bilgi ve birikim gerekse hepsi bende mevcuttur.
Âşık olmakla sevmek arasındaki farkı sormuşlar?
Cevaplamış Şems;“Senin baktığına… Herkes bakar, ama senin onda görebildiğini herkes göremez. Herkes âşık olabilir; ama hiç kimse senin gibi sevemez.
Tek fark sensin; “Seni özel kılan; sevdiğin değil; sevgin.”demiştir.
Sade kelimelerden cümle oluşması ne kadar zordur bilirim.
“Neden yakın kalpler uzaklarda oturur.” Bu cümlenin derinliğinde kapanmayan gözlerimin şafağı dua vaktinde karşıladığını bilirim.
            Anlayanı yoksa susmak farzdır. Hani “hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez.” denmiştir de nasıl girileceği konusunda ortak bir çözüm de bulunamamıştır.
Kim için ağlıyorsam, gözlerimin hali ve rengi nasıl olursa olsun damlalar aynı renkte akmaktadır.
Aralıklarla “Kelamlar” başlıklı yazılara zaman ayırıyor, okuyor fırsat bulursam, zaman problemim kendi sessizliğimde düşünüyor, tahlil yapıyor ve almam gerekeni alıyor yoluma devam ediyorum.
Hani, bir düşünceyi en kısa, en öz şekilde anlatan bir veya birkaç cümleden oluşan güzel, hatta bilge söz, sözler. Eskilerin deyimiyle kelam-ı kibar.
Kimin söylediği, yazdığı belli olan sözler.  Tabii çok zor olan bir alandır. Bir söze benim demek için sizden önce söylenenlerin tamamını bilmeniz gerektir. Haberim yoktu, taradım bulamadım, deme keyfiyetiniz yoktur. 
Türk Dünyası Araştırmaları Uluslararası İlimler Akademisi Ankara Başkanı Prof.Dr. Hayrettin İVGİN’in sunumuyla Hacı Ferhat MİRZA imzalı Kelamlar “özdeyişler” kitabını okuyorum.
Sunumun son paragrafında:” Bu 1602 kelâmın içinden, en karşıt görüşte olan insanın bile kendine uyan en az on tane özdeyiş bulduğunu kabul edelim. Bu on sayısı az mıdır?
Hayır, az değildir. Bir söze kulak vermek bile çok anlamlıdır. Bu kitabı okuyunuz, göreceksiniz kendinize ait çok kelâm bulacaksınız.” Bu takdimin güven ve etkisiyle Kelâmlar’ı okuyorum. 
Hacı Ferhat MİRZA Beyle henüz tanışmıyoruz.
Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında doğrudan doğruya vecize türünde yazan ilk sanatçı, yazar Cenap Şahabettin olarak aklımda kaldı.  “Tiryaki Sözleri” adı ile yayınlanan kitabını yıllar önce incelemiştim.  Sayın İVGİN’i haklı çıkaracak sayıda özdeyiş yakaladım diyebilirim.
“Din hem iman, hem de ruhun gıdasıdır.”
“Toprağın değerini, onu ürün haline getiren bilir.”
Yeterli diye düşünüyor, yazan, düşünen ve üreten insanları seviyorum.
Hacı Ferhat MİRZA’yı da tebrik ediyor, “Kelamlar” kitabını Türkiye Türkçesine çeviren dostlarım Elçin İSGENDERZADE, Oktay HACIMUSALI’ya teşekkür ediyorum.
Türk Edebiyatına çok önemli eserler kazandıran Kültür Ajansa başarılarının çok uzun soluklu olmasını ve büyümesini diliyorum.
“Benim arzum yazarın bir kitapta anlattığı şeyi, bir kaç cümlede anlatmaktır.” denmiştir.