06 ARALIK 2014 TARİHİNDE YEDİGÜN GAZATESİ
DUMANLI BELDE KÖŞEMDE YAYINLANAN KÖŞE
YAZIMDIR .....
GERÇEK BİR KALEM ÜSTADINA MEKTUP
2004 yılı
sonlarıydı. İsa Kayacan Hoca’m bana “İşte Hayatım” adlı kitabını imzalayıp
verdi. Huyunu bildiğim için kitabı hemen okumaya başladım. Okumasam, “Kitabı
okudun mu?” sorusunu sorarak beni hesaba çekeceğini çok iyi biliyordum.
Kitap,
yaklaşık 700 sayfaydı. Saygıdeğer Hocam, çok titiz bir insandı. Yaptığı işi
gerçekten önemser, aldığı görevi harfiyen yerine getirir, yerine getirmeyenlere
de kızardı.
Kitabı
okurken “Selam Olsun” adlı, sekizlik hece ölçüsüyle yazılmış bir şiirine
rastladım ve ilk karşılaşmamızda kendisine, “Bu şiirin bir hikâyesi var mı?”
diye sordum. “Murat Bey, hangisini hatırlayayım? Hatıraları olan şiirlerimi not
alırım. Onlara bir bakayım.” dedi. Doğru ya nereden hatırlayacaktı. 36.500
makalesi ve 131 adet basılmış kitabı olan bir üstadın anında bir şiirinin
hikâyesini hatırlaması ne mümkün!
Bir gün
öğle yemeğinde kıymalı melemen yapmıştım. Yemeğe bekliyordum değerli Hocamı.
Yemek yerken, “Hatırladın mı şiirin hikâyesini?” diye sorunca, “Evet.” dedi ve
cebinden bir kâğıt çıkartarak okudu.
Bir
Bakan’ın basın danışmanıyken makam arabasıyla ve birkaç görevli arkadaşıyla
birlikte Adana’ya giderler. Valiliğe girip görevleri gereği yardım alacaklar,
sonra da Bakan Bey’i karşılayacaklardır. Hocamız, Vali Bey’le konuyu bizzat
konuşur. Vali Bey, ya konuyu anlamaz ya da umursamaz bir tavır sergiler. Aradan
bir saat zaman geçer. Hocanın canı sıkılır ve oturduğu yerden bu şiiri kaleme
alır, Vali’ye uzatıp, “Siz gerçekten çok çalışkan bir valisiniz bu başarınızı
Bakan Bey’e anlatacağım!” der. Şiiri okuyan Vali, derhâl istenilen işlerin
yapılması için talimatlar verir. Böylece alınan görev eksiksiz olarak yerine
getirilmiş olur.
Sohbetin
sıcaklığı içinde, “Hayırdır, bu şiir neden dikkatini çekti?” diye bir soru yönelti.
“Müsaade et de o da ben kalsın!” deyince bir tebessüm belirdi yüzünde.
Zaman
içinde şiiri sert sözlerden arındırıp kendine okudum. “İzniniz olursa bu şiiri
bestelemek istiyorum.” diyerek olurunu aldım. Şiirin üç dörtlüğünü bir aya
yakın çalışarak uşak makamında besteleyip bir arkadaşın saz eşliğinde kayıt
yaptım ve Hocama dinlettim. Çok memnun oldu ve bana dönüp, “Sende anlayamadığım
bir şey var. Bu ne hamaratlılık yahu! On parmağında on hüner var. İş adamı
olduğunu, şair olduğunu, güzel sesinle şarkı ve türkü söylediğini, Belde
gazetesinde ‘Dumanlı Belde’ adlı köşende yazılar yazdığını, altı yıldır müzik
eğitimi aldığını biliyordum da beste yapacağın aklımın ucundan geçmezdi!
Vallahi beni şaşırtıyorsun, pes doğrusu Murat Bey!” diyerek beni onure etti.
İnkâra
asla gerek yok. Onun hakkını asla ödeyemem. Beni âdeta bir gergef gibi işledi
yaklaşık dokuz sene.
Hocamı
1999 yılında tanımıştım. İlk seneler pek samimiyetimiz olmamıştı. Eşi Hakk’ın
rahmetine kavuştuktan sonra cennet mekân Ahmet Tufan Şentürk Hocamın evinde
karşılaşınca samimiyetimiz iyice pekişti. Tufan Hoca vefat edince her alanda
bana kol kanat geren, ilmî yönden desteğini esirgemeyen İsa Hocam elimden
tuttu. O yıllarda kendisi Belde gazetesinde köşe yazıyordu. Onun taassubuyla
arada bir misafir yazar olarak ben de makale yazıyordum aynı gazeteye.
İlerleyen yıllarda Belde gazetesinin sahibi Alaattin Kaya Bey’in nazik davetini
kırmayarak “Dumanlı Belde” adını taşıyan köşemde yazılar yazmaya başladım.
Yazılarım okudukça beğeni kazanmaya başladı. Dağdaki bir ağaçtan güzel bir
mobilya yapmanın mutluğunu yaşıyordu hocam sanki. Kendimi övmek istemiyorum ama
ilk yazamaya başladığımda yazılarımın beğenileceğinden adım gibi emindim, çünkü
makale konusunda beni İsa Hocam yetiştirmişti. Çıkan her yazımı keserek bir A/4
kâğıdına yapıştırıp bana getiriyordu değerli Hocam. Bir gün bana, “Yaşadığım
müddetçe bu görevi ben yapacağım. Sonunda da yazıların bir kitabı dolduracak
kadar çoğaldığı zaman vakit geçirmeden kitaplaştıracağız.” dedi.
Hocamla
her gün olmasa bile haftanın en az dört günü beraberdik. Çünkü gazetede çıkan
köşe yazılarını almaya gelirdi Rüzgârlı Sokak’a. Haksız ve riyakâr insanlara
çok kızar, “hormonlu” yakıştırması yapardı onlara.
Edebiyat
camiasında öyle dengesiz, öyle olgunlaşmamış, sözüm ona insan müsvetteleri var
ki, Hocamızın edebiyata verdiği katkılardan dolayı Türki Cumhuriyetlerden
alnının akıyla aldığı fahri doktor (Prof. Dr.) unvanı çekemeyenler, çeşitli
yalakalıklarla bin bir takla atarak müsteşar olmuş, öğrencilerine tezler yazdırarak,
tezler çalarak akademik payeler edinmiş hormonlu proflara çok kızardı.
Bir gün
İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Merkez Birliği)’nin düzenlediği bir
Beypazarı etkinliğinde katılıp gruplar hâlinde okullara dağıtıldık. Edebiyat
hakkında bilgilerimizi sunacaktık. Her okul misafir olarak gelecek şairlerin,
yazarların biyografisini bir slayt şeklinde göstererek memnuniyet ifadesi
sergiliyorlardı. İsa Hocamız, önceleri benim iyi ahbabım olan dengesiz bir
ozanla başka bir okula misafir olurlar. Okuldaki slayt gösterisinde Hocama
ayrılan kısım biraz fazla sürmüş ki, normaldir. O dengesiz ozan ise ayağa
kalkarak, “Neden İsa Bey’in slayt gösterisi uzun da benim gösterim kısa?” diye
talebelerin önünde okulun hocalarına tepki göstermiş. O sırada görevli hoca,
“İsa Hocayı tanırız. Ömrünü edebiyat ve edebiyatçılara vakfetmiştir. Onun
içindir ki, slayt gösterisinin uzaması son derece normal!” diyerek malum şahsı
susturmuş.
Beypazarı
programın ertesi günü İsa Hocam bana gelerek durumu anlattı. Çok üzüldü ve bana
senden bir ricada bulunacağım dedi bende buyur hocam dedim şu sözleri bana ait
olan selam olsun şiirim sen besteledin ve o maalüm ozana sazını çaldırdın
vidoda besteye ortak ettin lütfen onun adını sil onu böyle layık olmadığı bir
eserde görmek istmiyorum ve mümkünse onu buradan uzaklaştır kendin ozan saniyor
dedi O malum ozanı takibe aldım. En ufak
hatasını bulup mekânımdan def edecektim. Öyle de oldu. Affedilmez bir hata
yaptı, ben de hem yanımdan hem de mekânımdan uzaklaştırdım.
İsa Hocam,
Türkiye genelinde tanınan ve tanınmayan birçok şairin eserlerini köşesine
taşıyarak onların tanınması için elinden gelen ne varsa ortaya koymuştur. Bu
konularda da sıkıntılar yaşayan değerli Hocam, “Önce yanıma geliyorlar, İsa
Hocam diyerek yere göğe sığdıramıyorlar, tanıtım yazıları yayımlanınca semtime
dahi yaklaşmıyorlar.” diye dertlenirdi.
Hocamla
bir defasında arabamla Antalya’ya, Mustafa Ceylan Bey’in bir etkinliğine
gitmiştik. Ben Antalya’da bir müddet kalacağım için Hocamı otobüs terminaline
bıraktım. Çantası yerinden kalkmıyordu. “Bu nedir?” diye sordum. “Sorma, birçok
şair kitap getirdi, ben de geri çevirmedim. Gazete köşemde bu kitaplar hakkında
yazılar yazacağım.” dedi. İşte böyle bir edebiyat âşığı idi İsa Hoca.
Şiirlerinde
gerçekçiliği çok sever, âdeta bir fotoğraf makinesi gibi gördüklerini kaleme
alırdı. Camiamızda şiir kalitesi çok zayıf şairler vardı. Onlara, şiirde
kaliteyi korumak için toplantılarda, “Şiirimizi biraz dinlendirelim.” diyerek
telkinlerde bulunurdu.
Yine bir
gün öğle yemeğinde köfte yiyorduk. Hocamda bazı değişiklikler görüyordum.
“Rahatsız mısın, günden güne zayıflıyorsun?” diye sordum. “Murat Bey, sorma! Bu
şeker illeti bana huzur vermiyor.” dedi. Ama gördüğüm sıkıntı şeker sıkıntısına
benzemiyordu. Bir de duydum ki, hastaneye yatmış, ameliyat olacak. Hemen
ziyaretine gidip moral vermeye çalıştım. Birçok tahlillerden sonra zor bir
ameliyat geçirdi. Başında kızları Gül ve Filiz vardı. Ailesinin onu yalnız
bırakmaması çok hoşuma gitti. Ziyaretimde, “Seni çok seviyorum. Yanıma sen gelip
de dertleştiğim zaman içimdeki karanlıklardan aydınlığa çıkıyorum.” diyordu.
Başarılı bir ameliyattan sonra tekrar aramıza döndü. Rüzgârlı Sokak’a gelip
yeni çıkan gazeteleri alıyor, yanıma uğrayıp insanların vefasızlığından dert
yanıyor, üzülüyordu. Çünkü hastalandığında çok az sayıda insan arayıp hastaneye
gelmişlerdi. Kedisine telkinde bulunup rahatlatmaya çalıştım. “Duymamışlar veya
rahatsız etmek istemişlerdir.” dediğimde bana kızarak, “Yahu, insan dostlarını
yanında görmek ister. Bu kadar vefasız insanlara ben neden hizmet ettim?”
diyerek hayıflandı ve ardından, “Sen o kadar vefalı bir dostumsun ki, bunu
sözle tarif edemem.” diye ekledi. “Ben hiçbir şey yapmadım.” dediğimde ise,
“Yok canım, eline neşteri alıp ameliyata girmediğin kaldı. Hep yanımdaydın.
İşini gücünü bıraktın benim için.” diyerek sevgisini sunuyordu.

İşim
gereği bir seyahate çıkmıştım. Duydum ki, Hocamız, Rüzgârlı’daki Devlet
Hastanesine yatırılmış. Ziyaretine gittiğimde artık her şeyin bittiğini
hissediyor ve üzülüyordum. O ise hâlâ iş konuşuyor, “Kadınlar Destanı adlı
kitabım geldi mi sana?” diye soruyordu. “Geldi.” dedim. “O kitaba yaptığın
besteyi notasıyla beraber koydum.” dedi tatlı bir gülümsemeyle. “Hastaneden
çıkınca beraber bakarız.” dedim. Beni bırak şimdi gidince hemen oku dedi.ve
kitabi okudum ...
Hocamın,
Anna adında iyi bir bakıcısı vardı ve kendisine çok iyi bakıyordu. Kızları Gül
ve Filiz Hanım da sırayla gelip bakıcı Anna Hanım’ı dinlendiriyorlardı. Ama gün
geçtikçe ümitlerin tükendiğini görebiliyordum. Zorluklar içindeydi.
Konuşamıyor, canını Azrail’e vermemek için mücadele ediyordu. Doktoru gelip,
“Çok sürmez, bir ya da iki saat sonra Hakk’ın rahmetine kavuşur, hazırlıklı
olun, diğer kızını da çağırın.” dedi ve bana dönerek, “Sen neyi oluyorsun?”
diye sordu. “Hocamdır.” dedim. “İsterseniz siz dışarı çıkın. Belki
duyduklarınıza, göreceklerinize dayanamazsınız.” dedi ve beni dışarı çıkardı.
Her şeyin sonunun gelindiğini bizzat gözlerimle gördüm. Aradan yarım saate
yakın bir zaman geçti. Artık (Prof. Dr.) İsa Kayacan Hocam yaşamıyordu.
Saygıdeğer
Hocamla çeyrek asırlık beraberliğimizin anlatılacak çok yönü var, ama şimdilik
bu kadarını dile getirdim. Aziz hatıralarıyla kalan ömrümü tamamlayıp bir gün
ben de onun yanına gideceğimi biliyor, bu bilinçle hayatımı sürdürmeye
çalışıyorum saygılarımla.
Ruhu şad,
mekânı cennet olsun İsa Hocamın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder