KONUK YAZAR:
KİLİMİN DESENİ
Nadir ŞENER
HATUNOĞLU
(Matematikçi
- Bilim Uzmanı)
![]() |
Nadir Şener HATUNOĞLU Matematikçi-Bilim Uzmanı |
Omurgamdan yatağa çakıldım.
Yardımcım Sultan hanım, yemeği önüme koydu. Elim kaşığa gitti; fakat
gözüm kilimin nakşına takılıp kaldı:
- Öğretmenim, yine nerelere gittin öyle?!
- Çizmelerin mahmuz şakırtısı…
- Hangi çizmeler? Ne şakırtısı?
15 Mayıs 1919. Düşman askerleri
İzmir’de. Caddede sıraya dizilmişler. Komutanlar bakımlı atların
üstünde. Hepsinin formaları pırıl-pırıl: “Rap rap
rap!” yeri-göğü inletiyorlar. Bu sırada, yüreği göğsünü
‘gümbür-gümbür’ döven bir yiğit EFE, tabancasını çekerek, en öndeki sancaktarın
alnının ortasına iz bırakıyor…
İstanbul
daha hüzünlü… Ortak düşman komutanlar, pırıl-pırıl çizmeleriyle, vatanın
bağrında tepiniyorlardı. Yurtseverler ve komutanlar toplanıp karar
verdiler:
“Ya
istiklâl ya ölüm! ”
“Yedi
başlı azgın dev çöktü üstüne Türk’ün,
“Tutuştu
alev-alev yüreği Atatürk’ün.
“İstanbul’dan
Samsun’a çıktı yola seherden,
“Yükseldi
güneş gibi göğün bittiği yerden.
19 Mayıs 1919 Samsun; giderek
Erzurum. Rütbesini söküp atmış, artık sıradan bir yurttaş olmuştur Gazi Mustafa
Kemal. Peki niçin Erzurum?! Erzurum Dadaş’ı vatanın bağrında tepinen düşman
çizmelerinin acısına dayanamamış, yeniden bağımsız bir TÜRK DEVLETİ kurma
girişiminde bulunmuştur.
En azından şu sıralar, acil
giderler için ‘bin ‘ adet altın gerekmektedir. Halk yoksul
kalmış Erzurum Kongresi’nin baş aktörlerinden emekli Binbaşı
Süleyman Hatunoğlu, endişeyi dağıtıyor:
-Ben savaştan savaşa koşmaktan, evlenmeye
fırsat bulamadım. Çoluk-çocuğum yok. Birikmiş (dokuz yüz) altınım var. Bunları
devletime veriyorum. İleride düze çıktığımızda, geri verilse de olur verilmese
de… (T.S.K. arşivinden. N.Ş.H.)
Savaş;
ama asker, çarık-çorap, nafaka, gömlek, ceket, silâh yok… İnönü kırsalında
kazanılan zaferi, günümüz koşullarında değerlendiren genç subaylar,
küçümseye-bilirler. Bu zafer, yırtılan Türk aort damarına atılan dikiş
olmuştur. Bu nedenle de Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; General İsmet İNÖNÜ’YE
çektiği telgrafta, şunu söylüyor:
-Sen orada, TÜRK’ÜN makûs talihini yendin!
KONUK YAZAR:
Adım Salih, 13 yaşındayım
Osman BAŞ
![]() |
Osman BAŞ |
1999 yılı
Aralık ayının son günleri, akşamı mevsim normallerinin üzerinde seyreden soğuk
bir gece yarısı sonrasında Ankara Zekai Tahir Burak Doğumevinde dünyaya
gelmişim.
Babam
sabaha kadar uyumamış ve annemi ve beni de görememiş.
Ameliyat ve
servis bölümleri arasında kendi ifadesiyle “iki ileri bir geri” olta atıp
durmuş.
Aralıklarla
servisteki görevlilere gidiyor “ ne olur bana yardımcı olunda oğlumu ve
hanımımı göreyim “ diyormuş. Ama nafile kimse yardımcı olmuyor, “ Daha hazır
değil” diyorlarmış.
“Biliyor
musun oğlum, o gece sabah oldu ya, gerisi gam değil. Sesini bir duysam,
ağladığını, annenin gülümsediğini görsem telaş etmeyeceğim. “
“Hamamönü’nde
İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif’in bir dönem yaşadığı evinin de bunduğu
yerdeki Camiiden okunan sabah ezanının harika bir esintisi ve duygusu ile
inanılmaz huzur ve rahatlatan imamın sesiyle kendimi camii de buldum.” O geceye
ne zaman hatırlasa hatta anlatmaya kalksa babam duygulanıyor. Babama o sabah ne dua ettin diye defalarca
sordum. Her defasında gülümsedi. “ şükür ettim.” dedi. “ sağlık ve mutluluk “
diledim dediğinde kucağına atlayıp öptüğüm anlar çok olmuştur.
Artık 13
yaşlı bir genç oluyorum. Annem; “Her gün değişiyorsun. Boy atıyor, toy salıyor,
sakal uzatıyor, gül açıyorsun.” Diyor.
Biliyorum
değişiyorum.
Annemin bu
söylemleri beni mutlu ediyor. Babam çaktırmadan bıyık altından gülümsüyor, göz
ucunu benden hiç ayırmıyor.
Hastaneye
döndüğünde annemin odasında ikimizi bulunca babam kontrolü kaybedip, ellerini
havaya kaldırarak; “ Allahuekber… Şükür Allah’ım” diye bağırmış.
Sonra beni
kucağına alıp koklamış ve öpmüş. Anneme teşekkür etmiş.
İlk defa
baba olmanın tadını, lezzetinin verdiği duygu ile dünya hayatının her şeyi değişince
babam annemi daha bir korumuş, incitmemiş, üzmemiş.
11
yaşındaydım. Babam haber göndermiş okula, Salih hemen eve gelsin diye. Dersten
aldılar beni, müdür bey saçlarımı okşadı, “izinlisin bu gün haydi eve git”
dedi. Kafam karmaşıktı. Korktum. Dedem hastaydı ve onu çok seviyordum.
Eve
geldiğimde babam kapıda karşıladı. Elimi tuttu dedemim odasına götürdü. Dedemim
sağ başucunda babaannem oturuyor. Elinde peçete ve yanında zemzem suyu ile dolu
bardak gözlerini hiç ayırmadan dedeme bakıyor ve içinde sürekli bildiği dua ve
sureleri okuyordu.
Karşı taraflarda
annemler Kur’an okuyorlar. Babam ayakucuna diz çöktü. Bana da babaannemin
yanına oturmamı işaret etti.
Odada çıt
yok. Babaannem odada sinek uçurtmuyor, gül suyu ile havayı temizliyor. Tatlı
bir huzur akıyor içime. Dedeme gülümsüyorum.
Salih
dedem. Bana adını veren dedem.
“Geldin mi
oğul. Gel. Gel. Gel… “ Ellerini bana uzattı. Ellerimi avuçlarının içine aldı.
Diğer eli ile üzerine koydu. Babama hitaben;
“ Siz beni
mutlu ettiniz, dünya hayatımda sizden memnun kaldım.
İnşallah
Allah’da sizden ve benden razıdır.”
Babamın
gözleri dolu, babaannemin gözleri hiç hareket etmiyor, dedeme kilitli. Dedem
yarı baygın gözlerler babam, babaannem ve benim üzerimde geziniyor. Gülümsemeye
çalışıyor.
Babama hitaben;
“ Hakkım sana ve ailene helaldir.” Tane tane derinden bir sesle “ sen ve dahi
gelinim, torunumda bana hakkınızı helal edesiniz.”
Babam,
dedemin başucuna geldi. Ellerini avuçlarına koydu. Öptü, öptü, öptü… Sonra
uzandı, iki yüzünü öptü. “ dedem babamla bir ara yüzü yüzünde kaldı. Babam
ellerimi alıp dedemin elini verdi. Bende babam gibi yaptım. Ellerini öptüm.
Öptüm, öptüm… Bırakmadım yüzümde tuttum. Çok sıcaktı.
Bir ara
anneme baktım, gözlerinden çeşme misali yaş akıyor ama dedeme göstermiyordu.
Babaanneme
bakamıyorum.
11
yaşındayım ve yaşadıklarımın izahını yapamıyorum. Ama dedemi çok seviyorum.
Neden sonra
babam beni odadan dışarı çıkardı.
Bu gün dahi
o dakikaları hatırladığımda dedeme dayanamıyorum. Helalleşmek çok önemli ve
güzel şeymiş. Babamdan çok duymuşum ki; “ dedem hepimizden razı gitmiş. Hakkını
helal etmiş. Dünya hayatında çok mutlu olmuş ve emanetini çok kolay teslim
etmiş.
Dedemi çok
özlüyorum.
Her
fırsatta dedemi ziyarete gidiyoruz. Ona beklediği duaları ve hatimler
gönderiyoruz. Babaannem çok mutlu oluyor.
İyi ki doğmuşum.
Dedemin adı
yaşıyor.
Babaannem
mutlu, dedeme kavuşmak için hazırlık yapıyor.
***
AŞK SIRRA KADEM BASTI…
Osman BAŞ
“Şiir, dilin anlam, ses ve ritim öğelerini
belli düzen içinde kullanarak; bir olayı,
duygu ve
düşünceyi ifade etme sanatı olarak tanımlanabilir.” denmiştir.
Şiirin tanımı için çeşitli sanat
anlayışlarına göre farklı yaklaşımlar yapılmış, hatta şiirin tanımlanamayacağı
da öne sürülmüştür.
Yahya Kemal Beyatlı şiiri "Bildiğimiz
musikiden farklı bir musiki" olarak tanımlarken, Cahit Sıtkı Tarancı'ya göre şiir
"Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır" Ahmet
Haşim şiiri "Söz ile musiki arasında olan fakat sözden ziyade
musikiye yakın olan bir lisan" olarak tanımlar. Necip Fazıl Kısakürek ise şiir için
"Mutlak hakikati arama işidir" der. Bu satırların yazarı ise; “Şiirim
şairin yüreğindeki sırdır.” Diye tanımlar.
Bu tanımları çoğaltmak mümkündür.
Son günlerde okuduğum ve bir
çok şiirini şairinden dinlediğim bir
kitabı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
“Aşk Sırra Kadem Bastı” Türkçe
Sevdalıları Derneği Başkanı Uğur Kılıç’ın ilk şiir kitabı. 2010 yılında Kültür
Ajans yayınlarından çıktı.
Yrd.
Doç. Dr. Erol Barın sunuş yazısında; “ İnsanların sevdaları için bile eline
kalem almadığı bir çağda yaşıyoruz, ne hazin… Oysa bu topraklar kaç sevdanın
mayasıyla yoğrulmuştur. Hislerimiz ölüyor, kalemimiz elimizden alınıyor sanki.
Ancak Uğur Kılıç gibi genç şairlerin aşkın narına yandığını görmek, içimizde
yepyeni umutların yeşermesine yol açmıştır.
“Aşk
Sırra Kadem Bastı” bir nevi aşka adanmış kitaptır. Şiirlerin sevda ekseninde
toplanması da bunu gösteriyor. Heceyle yazılan şiirlerin yanı sıra ölçü
gözetilmeden yazılan şiirlerin gönlünde iz bırakacak güçlü mısralar söylüyor
şair.”
Uğur
Kılıç’ın üniversiteden hocası da olan Barın’ın şair ve kitap ile ilgili yazacak
çok şeyi olduğunu biliyorum.
“Yürekteki
iki büyük sevdaya ithaf edilen şiirlerin derinliğinde yürürken duygu adına
istediğin her alan ve konuyu bulmak mümkündür.
Uğur
Kılıç’ı okumak başka, dinlemek başkadır. Türkçe Sevdalıları Derneği ve Kümbet
Altında Dergisi olarak Altındağ / Hamamönü Kabakçı konağında gerçekleştirilen
kültür ve edebiyat programlarının mimarıdır.
“
Gözlerinde bir tebessüm bırak gönlüme,
Kaplasın
içimi sevda ateşin…
Yokluğun
düşerken iklimlerime,
Bitsin
artık apansız çekip gidişin!”
Aşk
ışığının gizli olduğu tendeki, sevabı ve
vebali sevgiliye sunmak ne zor şeydir. Yüreğin içinde filizlenen sevdaların
merkezine oturan mısraların ve devamının ömrün bir bölümünü çalmasına rıza
gösterenlerin sayısı ne kadardır.
Bir
ömür boyu aranacak yar için yazılan şiirin mısralara oturup, dizeleşerek
dörtlüklerle okuyucuya uzanmasına kadar, geçen vaktin ve yaşanılan duygunun
izahı elbette şaire aittir.
Şair,
kitaba adını veren “Aşk Sırra Kadem Bastı” şiirinde;
“Bir
yüzü yaşam dünyanın
Diğer
bir yüzü ölüm…
Sevda
bir nefeslik durak,
İkirciklenir
yürek,
Geç
kalınmış yarınımız
Yaşam,
ölüm, aşk arası
Yürekte
sevi yarası
Son
umut kendini astı,
Aşk
sırra kadem bastı…”
Atmış altı şiir bulunan ve yetmiş iki sayfa
olan kitabı; bütün şiir yazan, okuyan ve şiir dostu olan herkese tavsiye
ediyorum. Kesinlikle kendi hayatlarından kesitler bulacaklar ve birçok şiiri de
birden fazla okuyarak önemli notlar alacaklardır.
“
İyi kitabın övgüsü kendi içinde saklıdır” denmiştir.
DELİTAY UZAKLARA GİDİNCE…
Osman BAŞ
Bahara
yağmur olmuş gözyaşların kendi ıslanışına neden olan akıntılarının hesabını
soracak sabâ rüzgârını arıyorum.
Ey sabâ
rüzgârı! Sen cansın, canansın. Bu gecenin sabahında yüreğimi teslim almalı ve
serinliğinde güne merhaba demeliyim.
Yâr
görmüşlüğü, tutmuşluğu, gülümseyişi zamanı birleştirirken bal tadındaki
muhabbete kavuşmalı ve mutlu olmalıyım. Gül aşkı ve vaktini şafağını dua ile
karşılamalıyım.
İnsan
beynini yormayacak, vakte hüzün salmayacak kelimelere selam verişim sağlıklı
dakikaları hissetmem ve yaşamamla aynı paralel de yürüyüşe katkı sağlamak
içindir.
Yâri terk
etmiş ya da uzak diyarlarda olan bir aşığın halini normalleştirecek, derdine
çare olacak ilacın halen üretilmemiş olması, çağımıza artı olmayacaktır. Çile
çeken âşıkların işini düzeltecek projeler halen yoktur.
Elem ve
kederin bitmediği anlarda sözü ve tedbiri bilmek rahatlığını yaşamak güzeldir.
Gidenlerin
gelenlere denk olmadığı anlarda sürat köprüsü geçit vermez olur. O an şair
olmak nicedir, bilinmezdir.
“Söze kulak
asmak, ateşe su olmaksa, ses veren her akıntının serinliğinde mutlu olmalıyım.”
Lâ havle
gülümseyişinde dua ile beslenişin ılık rüzgârıyla ufukların ötesine sefere
çıkmalıyım.
Avuçlarımda
ne varsa aralıklarla yok oldular.
Değerler,
benler ve gerçekler ani çıkışlarla beni yalnızlığımla baş başa bıraktılar.
Kendi
hayatını istediği gibi yönetenlere gıpta ile bakıyor, imreniyor ve nedenlerine
takılmadan kendim dahi tarif edemediğim bir burukluk yaşıyorum.
Gece
bitiyor, düşlerimle senli benli konuşurken. Bilgisayarın duşları arasında
sabaha giden yolları bir türlü bitiremiyorum.
Kalem
dostluğunu duşlarla yakalamam mümkün olmuyor.
Seviyesi
tarifsiz yorgunluğumun korunmaya ihtiyacı var. Bozkır yalnızlığımın sızılarıyla
baş başa masum ve sessiz dünyama umut olacak desteği aramalı bulmalı ve beynimi
rahatlatmalıyım.
Kapıların
ne halde olduğunu unutmuşluğun ara sokaklarında gece sabahı, sabah geceyi
düşlemektedir. İçeride ve dışarıda var olmak, bende buradayım diye haykırmak
için doğduğum köye mi gitmek gerektir.
Köyüm,
bıraktığım günün neresindedir.
Sormadan
gelenlerin, aniden gidişlerini taşıyamıyorum.
Ankara
sonbaharı bitirmek üzeriydi. Güneş bitiyor, ılık rüzgâr gidiyor, hava üşüyor,
ben titriyorken doğduğum köye doğru yola çıkıyorum.
Günler su gibi akıp gidiyor ben
babamı unutamıyorum.
Babam
hayatını hiç kimseyle paylaşmadı. Bütün hatırlatmalarıma rağmen annemi hiç
anlatmadı. Sadece hakkını helal etti.
İşte bu
yüzden ben duygulara teslim olup yazıyorum.
Yaşadığım
onca ölümler, beni kendi seyrinde önce teslim aldı sonra yola saldı. İstediğini
aldı, istediğini yükledi.
Önce annem…
annem… annem…
Sonra,
Delitay uzaklara gitti. Bıraktığım yerden dönmedi.
Babam son
bayramında gelininden paça çorbası istedi.
Derin bir
nefes, tartışmasız bir rahatlayışın bütün vücutla paylaşımıydı.
Çocukluğumdan
bugüne hayatımda neyim varsa paylaşmalıyım. Şimdi,
bahara yağmur olmuş gözyaşların kendi ıslanışına neden olan akıntılarının
hesabını soracak saba rüzgârını arıyorum.
Ey sabâ
rüzgârı! Sen cansın, canansın. Bir gecenin sabahında yüreğimi teslim almalı ve
serinliğinde güne merhaba diyecekken beni ebedi mekânıma almalısın.
***
DUA’YA TESLİM OLMAK…
Osman BAŞ
Mübarek gün
ve gecelerin değerlendirilmesi, üzerinde konuşulması, yorumlar ve yazılar
yazılması bu çok önemli ve hassas alanda okuyucuyu ve dinleyiciyi tatmin eden
konferanslar, paneller düzenlemek ve açıklamalar yapılmak ne kadar güzel.
Söz
söylemek; yeterli bilgi ve birikimli olmayı gerektirir. Yazmak için daha da
ileri seviyede araştırmalar yapmak çok önemli bir ayrıntıdır.
Rahmet
elçisi, örnek ahlakı, El-Emîn oluşu, kendisine duyulan derin sevginin,
gönüllere ilmek ilmek işlenişi, sözlere ve toplumsal bilince aktarmak amacıyla
her yıl daha yüksek, istekli, heyecanlı bir şekilde dünyaya gelişlerini
hatırlamak dua okumak, O’na yakın olmak için gece ile gündüzü dua ile
birleştirmek ne güzel.
Yakarış,
yöneliş, arındırmak, kim bilir kendimizi denetleme, nerede olduğumuzu bilme ve
bulmanın zamanla bütünleşerek, huzura giden yollarda varsa çamur, ayrık otu,
dikenleri temizlemek gerekmektedir.
Milli ve
manevi değerlerimizin şükür ve dua merkezleri olan camilerimizde yapılan mevlit
programlarını seviyorum. O gece ve akşamlarda evde isem ailenin iftar
sofrasında olmanın tadı ve lezzetini yaşıyor kendi serinliğimdeki nefeslerimle
geceye hazırlık yapıyorum.
Akşam ve
yatsı vakitlerinde dua görevlerimi ifa edip televizyonlarda, kaza namazları
öncesi mevlit dinlemek beni dinlendirmekte ve duygu yüklemektedir. Eğitimli ve
güzel sesler çoğu zaman damlalarla süsleniyor, yüreğim gözlerimle bütünleşiyor.
Dünyaya
gelişlerinin ilk saniyelerindeki değişimler ve belirtilerin tatlı
gülümseyişiyle, okudukça rahatlıyorum. Dinlediklerimle zirveye ulaştığımda
yerimden kalkıyor, diz değiştiriyor, masam da ne varsa bir yudum ya da bir
lokma alıyorum.
Bu
davranışlar için beynim hiçbir talimat vermiyor. Tamamen istendik ve kendi
seyrinde gayri ihtiyari vaktin zamana teslimiyetiyle anlık uzanışlar.
Okuyorum,
günlük bilgi ve birikimlerimi sürekli besliyor,
duaya teslim oluyorum.
Geceye
uzanan, karanlığı aydınlatan ne kadar güç varsa; “uzakları yakın, yakında
görünen uzaklarımı avuçlarımda toplayıp, yüz sürmenin, gül suyu sunmanın,
kenetlenmiş kalp ve ellerin beraber yol hazırlığında olmalarının ötesinde gönül
birliği içinde gülümseyişlerini bilmek, görmek ve dahi hissetmek “ol “ emri
istikametinde saniyeleri dakikalara gönderişi izlerken akşama ve sabaha merhaba
demenin ne güzel bir sesleniş olduğunu muhataplarla paylaşıyorum. Olmanın
bıraktığı ne varsa nefes hecelerine “devam” diyebilmek selam verip uyumak
istiyorum.
Tenim saba
makamında bir şarkının kendi ekseninde döndükçe, karanlığım kendi içime
saldığım aydınlığım olduğunu biliyor ve gördüğümde üşüyorum. Hissediyor,
titriyor, soğuk dakikalarıma renksiz merhaba diyor, don tutmuş havaya inat,
tenime dokunan sıcak, dört yanımda dönüp duruyor.
Sessizlik
içinde öğrendiklerim ve öğreneceklerim nasıl yaşamam konusunda kendi
yanlışlarım ve doğrularımı karıştırmadan gül aşkıyla nefes almamı sağlıyor.
Şükür ediyorum ki beynimi kontrol altında
tutuyor, mevcut söylemlerin sağlıklı tahlilini yapıyorum. Kendimi teslim
ettiğim dinimi biliyorum ve mutluyum.
Nefsin
insanı olumlu ve olumsuz nasıl teslim aldığını çok iyi bilenlerdenim.
İnsan bir
sorunla karşılaştığında, kalbinin kapılarını sürekli açık tutmalıdır.
“ Doğru
tercih” gereklidir. Su üzerine yazı yazmak
için asla bir gayretim ve talebim olmamıştır.
İlahi esintilerin kalpleri okşadığı, asra
bedel olduğu gecelerde, dualarımın makama ulaştığını bilseydim. Hayatıma olumlu yansırdı diye
düşünüyorum.
Bu günlerin feyzi
üzerinize, rahmeti geçmişinize, bereketi evinize, nuru ahretimize, sıcaklığı
yuvamıza dolsaydı. Kalabalık ailelerin günümüze yansımış haliyle sofralarımızın
dolup taştığı hane büyüğü olarak yaşamaya hazırdım.
Felek
ferman dinlemez dense de, feleğe talimat verecek makamın yetkileri benim bilinmezlerim
arasındadır.
Anlaşılan
ve anlaşılmayan, istenilen ve istenmeyenler hanesinde üzerime yürüyen
akıntıların ağırlığını sürekli hissediyor ve kurtulmak da istiyorum.
Kelkit
yüreklim, dalgalarla dostluğun, sulara dalışın ve akıntıya teslim oluşun
manilerle beslendiği kültürün kendine has güvenliği ve huzuru vardı.
O varsa
hedefte milli ve manevi dünyamın bütün meyveleri dalları eğecek kadar dolu
olur, güneş yanmışlığında kızarır ve olgunlaşmaya doğru yol alırdı.
Fetih
yüreklim. Yıldızları selamlayıp, ufukları avuçlarımızda toplarken, mavinin
bütün tonlarından göz sefamıza tatlı bir sunum yapıp, tarihin derinliğinde
sefere çıkmak için hazırlıkları tamam etmek gerek. Yol gitmek, yolcuya yoldaş
olmak için, ben sana teslim oluyorum.
Teslimiyetim
fetih yüreğinedir. Vaktim millet aşkımla tamamlanmış bir tas ayran serinliği
güveninde hizmet aşkımla var olmaktadır.
Her şeyi
anlıyorum. Türk –İslam ikilisi adına belleğimde ne varsa, hayat damarlarımda
güvenle dolaşmaktadır.
Zaman çok
kısa ise, ömür uzatmanın çabası beyhudedir.
Acele ve ecele merhaba demenin neresinde olmam gerekse oradayım.
Ankara’ya
kar yağıyor. Ara sokaklarında Dikimevi’nden Abidinpaşa’ya doğru yürüyorum. Eski
mahalleme gidiyor olmam yoruyor beni. Yokuşları sevmiyorum.
Dikmen yamaçlarında
çocuklar tahta üzerinde aşağıya akmaya çalışıyorlar. Ben yürümeye…
Akşamlarım
kendi sessizliğimde yol bulmaya çalışıyor. Yıldızlar selamıma cevapsız kalırken
ay pas vermiyor. Uzadıkca uzuyor geceler.
Hasret
yüreklim. Her şeyin yolunda olduğu günlere yakın olmak istiyorum. Şiirin
dörtlükleri arasında sörf yapan, dalgalarıyla dans eden güfte samimiyetiyle
bestekârlara merhaba diyorum. Piyanonun duşlarında kulaklarımıza akan bir
şarkının ritmi kadar tanıdık, bildik olmalı her şey. Su sesi kadar udi, rüzgâr
okşayışınca dokunmalı istediğince. Ah… Şu edebiyatçılar. Şairler ve
bestekârların birlikteliğini bir türlü anlamazlar ve sağlıklı da anlatmazlar.
Söz
söylemek; yeterli bilgi ve birikimli olmayı gerektirir. Yazmak için daha da
ileri seviyede araştırmalar yapmak çok önemli bir ayrıntıdır.
Beklentilerin
umut makamında ses verdiği anlarda tatlı bir ney sesi özlemiyle ufukların
ardına otağ kurmak için hazırlık yapmak,
mükemmeli üretmek için malzemenin tam olması gerek.
“Herkes
kendi vaktinin gelmesini beklemektedir.” Denmiştir.
Olgunlaşma
vaktinden önce dönüşüm gerçekleşmezse, dolu vurur, ayaz üşütür, susuz kalıp
kuruma faslı başlarsa, yaprak yığını üstünde gönül küskünü yeşermişler nemli
sabahlara mecbursa, vakti beklemek nice olur.
Doğru
çözümler, kalp kapıları açık bir olgunluğun aritmetik tablolarında daha
sağlıklı sonuca ulaşacaktır.
“Doğru
tercih” sağlıklı beyinlerin elinde hizmet alanında kullanıldığında toplumun,
milletin ve dahi devletin yarınları bahar güzelliğinde kendinden emin olarak hasat
mevsimine doğru güvenle yol alacaktır.
Gerçekler,
hayal içindeki hayaller değildir.
Okuyorum,
günlük bilgi ve birikimlerimi sürekli besliyor, dua vaktim, sana teslim
oluyorum.
***
Kaybettiğimiz değerlerin unutulmaması…
Osman BAŞ
Hayatımın unutulmaz anlarını yaşıyorum. Eylül 2012
de Akçağ yayınlarından çıkan ve ülke sınırları içinde ve dışında bilinen,
aranılan kim bilir beklenen kitap Har-ı Bülbül ile birlikte güzel günler
yaşıyorum.
Yazılı
ve görsel basın ilgi gösteriyor. Tatlı bir yorgunluk yaşıyor olmanın
güzelliğini ve mutluluğumu dostlarımla da paylaşıyorum.
İstanbul
Büyükşehir Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Müdürlüğü kaybettiğimiz
değerlerin unutulmaması, minnetle yad edilmesi, yaşayan değerlerimizin
kıymetlerinin bilinmesi için programlarına devam etmektedir. Şubat ayı
programında, vatan şairi ve yazar Orhan Şaik Gökyay tanıtılıyor. Birçok eseri
bulunan çınarımızı; yakınları, şair, yazarlar ve sevenleri çeşitli yönleriyle
tanıtıyoruz.
Program
iki saat sürüyor. Programı edebiyat
dünyamızın yakından tanıdığı, bu tür programları televizyon ve salonlarda
yıllardır başarıyla yapan Fazlı Karaman beyi tebrik ediyorum. 27 Şubat 2013
çarşamba günü akşamı 19.30 da Güngören Erdem Beyazıt Kültür Merkezi’nde önce; Boğaziçi
Üniversitesinden öğrencisi Prof.Dr. Günay Kut; hocayı anlattı. Anlatım
sadeliğindeki duruluk dikkati de beraberinde getirdi. Hocanın bilmediğimiz
alanlarında bilgiye ulaştırdı. Zevkle dinledik. Aysen Akdemir’in aileden
olduğunu herkes bilir. Hocayla komşu olmak, kardeş aile olmak ne güzel bir
kazanımdır. Aysen Akdemir anlatıyor, anlattıkça hocanın özel hayatıyla ilgili
bilgilere ulaşıyoruz.
Fazlı
Karaman Bey programı sunuyor, bilgi ve birikimleri ile yaptığı hazırlığı
dinleyicilerle paylaşıyor. Konuşmacılar ve hoca ile ilgili güzel
değerlendirmeler ve bilgiler aktarıyor.
Bestami
Yazgan yılların derinliğinde sürekli beraber olduğumuz halen Kümbet Altında
Dergisi yayın kurulu üyesi ve yazarıdır. Çağın Yunus’u, Karacaoğlan’ı bir
derviş yürek, gönül dostu. “Bu Vatan Kimin” şiirini kıta kıta açıklıyor.
Açıklama sürdükçe duygu alıyor ve salona veriyor, alkışla da destekleniyor.
16
Temmuz 1902’de İnebolu’da doğan ve 2 Aralık 1994 yılında İstanbul’da hayata
gözlerini yuman hoca, uzun yıllar öğretmenlik yapmış; şair, tenkit yazıları ve
araştırmalarıyla dikkatleri üzerinde toplamış bir yazar ve bilim adamımızdır.
Bizim nesil “ Bu Vatan Kimin” şiirini mutlaka bilir. Yeni nesilde hocayı
tanımalı ve onun bıraktığı yüzde yüz yerli ve milli olan sevdaları bünyesinde
toplamalıdır.
Hani;
“her taşı yakut olan bu vatan” diyordu ya… İşte bizim nesil, bu toprağın her
zerresinin yakut değerinde, hatta ondan da üstün olduğu inancını yüreklerinde
duyabilmiş ise, bunu önce ona, sonrada onun gibi duyup düşünenlere borçludur. O
duyurdu, onlar öğretti bunu bize. Bizde bizden sonraki nesillere aktarmak ve
sevdirmekle sorumluyuz.
2012
yılı Orhan Şaik Gökyay Şiir ödülünü Akçağ yayınlarından çıkan Har-ı Bülbül adlı
şiir kitabımla almam nedeniyle duygularımı ve genel bilgilerimi aktarıyorum.
İlk
ezberlediğim şiirlerden biri olan “ Bu Vatan Kimin” şiiri anılarımı
hatırlatıyor, Har-ı Bülbül şiirimi okuyan Fazlı Karaman beyi selamlıyor, Türkçe
Sevdalıları Başkanı Uğur Kılıç’ın şahsında Türk gençliğine ithaf ettiğim
“Delitay” şiirimi okuyorum.
Son
günlerde içerimde sesli sessiz bir akıntı bu şiirin besteleneceğini söylüyor.
***
ŞİİRE TESLİM OLUNCA…
Osman BAŞ
Bilinir ki insanın bir tarafı hep
çocuk kalır. Yaşı ne olursa olsun, çocuklarla konuşurken, izlerken çocuklaşır.
Bazen de özler çocukluğu, çocukça davranır. Yılların derinliğinde kim bilir ne
gizemler gizlidir. Çoğu kez yaşayamayacağını bildiği halde özlemini çeker.
Yutkunur... Nefes alır... Bir yudum serinliğinde kendi sessizliğini yaşar.
Sonra şiirler okunur, dosta dair… Kendi
derinliğinde ah çeker. “Harika” diye mırıldanır… Kimse duymasın ister.
“Yüreğinize sağlık, çok güzeldi.” Alevinde yanar yürekler, kelimelerin tarif
edemediği duygular yaşanır.
Yüreklerin şiire teslim olduğu dakikalarda
mevsimli mevsimsiz sevgiye dönüşen yeşil, baharca duygularla nefes alımlık
zaman dilimi aralığında teslimiyeti yaşamaktadır.
Bir akşam mevsim
üşür… Düne dair yaşanmamış hasrete bürünür dakikalar… Otogarda hasreti yaşar.
Ayrılığa meydan okumak ister. Beklenmeyen saatlere teslim olduğu anları yeniden
yaşamamak adına yürür, düşünür, yutkunur
ve oturur.
Sözlerin düğüm düğüm
olduğu, durduğu, yoğun bakıma alındığı, serum verildiği, iğne takviyesi
yapıldığı ateş hattına doludizgin at sürdüğü, yay gerip ok attığı hedefe
ulaşmışlığı görmeden oturuş. Sormadan oturuş… Ufuklara akmadan duymadan,
dolmadan oturuş… Hasretle
beklemenin bitmeyen dakikalarının hesabını doksan yaşında köy bilgesi Hüseyin
Dedeye vermek, paylaşmak, dizlerinin dibinde, nasihatlerini almak ister.
Şiir dünyasını karartan ve aydınlatan ya da ikisini
karıştırıp koşar adımlarla yürüyen kaç Ferhat kaldı, kaç Şirin kaldı delice
sevecek. Önce dağları delecek… Sevdiğine azık getirecek… Etrafında pervane
olacak, saygıyı ve sevgiyi daima destur edinecek, yaşanan her şeyi kabullenip
hiç şikâyet etmeyecek kaç Züleyha kaldı.
Vakti esir almış bir akşamın şarkılara vurgun dakikalarında
sessizce şiire akıyorum. Aylar var ki şiir yazmayan ben, dörtlüklerle sırdaş
oluyorum. Yağmur sonrası serinliği yaşayan şehrin geceye eyvallah, sessizce o notaya ulaşıyorum. Haydi, şiirler
oku can dost... Dizeler dörtlüklerle süslensin de dostlara sesinden ulaşsın...
Yemyeşil çimenler üzerine uzanıp
mevsimin güzelliklerini saniye saniye yaşarken, sahili akşama ekleyip
duyguların doruğuna ulaşmak ve el sallamak alabildiğine, adı ne olursa olsun
mutluluğu yakalamak.
Şiirler yazmak, unutulmayan şarkılar
söylemek. İki kişilik…
Yamaçlarda
turnalarla sırdaş olmak bahar özlemiyle… Sitemi, hasreti bağrına basıp yaşlı gözlerle
şiire akan ne varsa yüreğinde toplamak.
Kaç bahar geçer, güz ekler üstüne de ne
hasret biter, ne hüzün yaşanır, sevgiyi mevsime karıp aşka doğru yol alır.
Gönül defterine yazılanlar
unutulmayanlardır. Hayat boyu devam eden koşu… Hep önümüzde olmaya devam
edecektir.
Aydınlanmayan hayal dünyasının gri
bulutlarını dağıtmaya gücüm yetmiyor.
Tane tane yıldızlar, tutam tutam
bulutlar… Ay’la, güneş arasına sıkışmış bozkırın yalnız adamına ateş olmuş gül
aşkı, can aşkı, huzur aşkı...
Şiire akıyorum. Toprağa su gibi,
toprağa fidan gibi, toprağa yatar gibi, toprağı okşar gibi şiire akıyorum…
Geceler, şairlerin dostudur,
yüreğidir, sessizliğidir, kalemidir, leylaklara uzanıştır, kuş oluştur, şahin
oluştur, turna oluştur.
Aşk ateşinin taht kurduğu gönüllerde
mevsimin önemi yoktur. Dört mevsimi birbirine karıp, yârin gözleriyle yol
gitmenin tatlı yorgunluğunu avuçlarına alıp muhabbet edişin güzelliği ancak
duygu seli ile yaşanır.
Şimdi yarım kalmış kelimelerin dökülüşünü
izliyorum.
Ben seni nasıl okumam...
Şimdi saatin kaç oluşunun
takıntısına gerek kalmamıştır. Vaktin önemi yoktur. Gece ötesini bildin mi…
Gecenin sonunu aldın mı yüreğine… Gerisi duaya akış, secdeye kapanış,
yalvarıştır.
Derinden derine akan seher yelinin,
zülfün tellerine attığı düğümlerin bir ötesi gonca
gül
dür.
Uyumayacağım bu gece, Söz adına, aşk
adına, gönlümün derinliğindekini yapacağım.
Vakit
gözyaşına teslime hazırlanıyor, rüzgâr,
kışla bahar arası varlığını hissettiriyor.
Artık vakte teslimim…
Ben ki
şiirin esiriyim…
Ben
ki gül aşkıyla duadayım.
HACI FERHAT MİRZA VE KELAMLAR
Osman BAŞ
Leylalar ve Aslılar su testisiyle
yar yolunu beklemek için ayrıldıkları evlerine halen dönmediler. Yüreğiyle
konuşan herkes biliyor ki âşıklar çeşme başını terk ettikleri andan itibaren
hasret oturur, güneş yakar, su serinletmez, rüzgâr üflemez olmuştur da yanık
nağmeler türkü olup asırlardır söylenmeye devam etmektedir.
Aşka hasretin karışması, müdahale
etmesi, bilinen ve bilinmeyen ne varsa avuçlarında bir nefes üfleyişiyle
salıverdiğinde vuslat umudunu yitiren gönüllerin hali nice olur bilinmez.
Mecnun ve Ferhat tanış olsalardı Yusuf’u ziyarete giderler
miydi? Bilmem ama bir çay faslında bir araya geldiklerinde birbirlerine
anlatacakları çok şey olurdu.
Dilimin ucuna kadar yakınlaşıp
tam dışarı çıkmaya hazırlanırken söylenmeyip küstürdüğüm kelimeler bilirim.
Uzun süre yerinde hiç hareket etmeden dururlar.
Kelebekler omuzlarıma konardı
eskiden, ben ellerime alıp severek besmeleyle gökyüzüne salardım.
Yediveren bereketli günlerin en
tatlısının sabahıyla sabâsını bütünleştirip üçler, yediler, kırklar aşkıyla
huzuru omuzlarına almış ecdadın dünyalık güzelliklerinde yol yürüme vaktidir.
Aşkın gözyaşıyla toprağı
selamlayanlardan biri de benim.
Şiir, sadece şiirdir beni anlayan
ve anlatan… Dostluğum sınırsızdır.
Kelamlar söylemek için ne kadar
bilgi ve birikim gerekse hepsi bende mevcuttur.
Âşık olmakla sevmek arasındaki
farkı sormuşlar?
Cevaplamış Şems;“Senin baktığına…
Herkes bakar, ama senin onda görebildiğini herkes göremez. Herkes âşık
olabilir; ama hiç kimse senin gibi sevemez.
Tek fark sensin; “Seni özel
kılan; sevdiğin değil; sevgin.”demiştir.
Sade kelimelerden cümle oluşması
ne kadar zordur bilirim.
“Neden yakın kalpler uzaklarda
oturur.” Bu cümlenin derinliğinde kapanmayan gözlerimin şafağı dua vaktinde
karşıladığını bilirim.
Anlayanı
yoksa susmak farzdır. Hani “hiçbir kalbe kapısı kırılarak girilmez.” denmiştir
de nasıl girileceği konusunda ortak bir çözüm de bulunamamıştır.
Kim için ağlıyorsam, gözlerimin
hali ve rengi nasıl olursa olsun damlalar aynı renkte akmaktadır.
Aralıklarla “Kelamlar” başlıklı
yazılara zaman ayırıyor, okuyor fırsat bulursam, zaman problemim kendi
sessizliğimde düşünüyor, tahlil yapıyor ve almam gerekeni alıyor yoluma devam
ediyorum.
Hani, bir düşünceyi en kısa, en
öz şekilde anlatan bir veya birkaç cümleden oluşan güzel, hatta bilge söz,
sözler. Eskilerin deyimiyle kelam-ı kibar.
Kimin söylediği, yazdığı belli
olan sözler. Tabii çok zor olan bir alandır. Bir söze benim demek için
sizden önce söylenenlerin tamamını bilmeniz gerektir. Haberim yoktu, taradım
bulamadım, deme keyfiyetiniz yoktur.
Türk Dünyası Araştırmaları
Uluslararası İlimler Akademisi Ankara Başkanı Prof.Dr. Hayrettin İVGİN’in
sunumuyla Hacı Ferhat MİRZA imzalı Kelamlar “özdeyişler” kitabını okuyorum.
Sunumun son paragrafında:” Bu
1602 kelâmın içinden, en karşıt görüşte olan insanın bile kendine uyan en az on
tane özdeyiş bulduğunu kabul edelim. Bu on sayısı az mıdır?
Hayır, az değildir. Bir söze
kulak vermek bile çok anlamlıdır. Bu kitabı okuyunuz, göreceksiniz kendinize
ait çok kelâm bulacaksınız.” Bu takdimin güven ve etkisiyle Kelâmlar’ı
okuyorum.
Hacı Ferhat MİRZA Beyle henüz
tanışmıyoruz.
Tanzimat’tan sonraki Türk
edebiyatında doğrudan doğruya vecize türünde yazan ilk sanatçı, yazar Cenap
Şahabettin olarak aklımda kaldı. “Tiryaki Sözleri” adı ile yayınlanan
kitabını yıllar önce incelemiştim. Sayın İVGİN’i haklı çıkaracak sayıda
özdeyiş yakaladım diyebilirim.
“Din hem iman, hem de ruhun
gıdasıdır.”
“Toprağın değerini, onu ürün
haline getiren bilir.”
Yeterli diye düşünüyor, yazan,
düşünen ve üreten insanları seviyorum.
Hacı Ferhat MİRZA’yı da tebrik
ediyor, “Kelamlar” kitabını Türkiye Türkçesine çeviren dostlarım Elçin
İSGENDERZADE, Oktay HACIMUSALI’ya teşekkür ediyorum.
Türk Edebiyatına çok önemli
eserler kazandıran Kültür Ajansa başarılarının çok uzun soluklu olmasını ve
büyümesini diliyorum.
“Benim arzum yazarın bir kitapta
anlattığı şeyi, bir kaç cümlede anlatmaktır.” denmiştir.