KONUK YAZAR:
Guba Katliamı (Azerbaycan)
Ermeni Cinayetinin Kanlı İzi
Ermeni Cinayetinin Kanlı İzi
Prof.Dr.Tamilla Abbashanlı-Aliyeva
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Öğretim Üyesi
1918 yılı
Nisan ayının sonlarında Ermeniler Azerbaycan’ın Guba kentinde 400’den fazla
insanı hunharca katliam etmişler…
Bu yazıyı
ömür boyu Türk dünyasının kaynayıp karışması, dostluğu, kardeşliği yolunda gece
gündüz demeden yazılar yazan, özellikle, Karabağ derdini dünyaya ileten değerli
hocam Prof. Dr. İsa Kayacan’a ithaf ediyorum.
Ermeniler
Nisanın 24’ü dünyaya Ermenilerin soykırım günü olarak ilan ediyor, her yerde
soykırım anısına abideler yaptırır, insanları bu soykırımı kabul ettirmeğe
çalışır, bunun için timsah gözyaşları döküyorlar. Ben ise bu yazımla onlara
diyorum:-Önce aynada kendinize bakın, bir şey görmeseniz tarihe, arşiv
malzemelerine bakın, görün soykırımı kim yapmış. Ne güzel atasözü var:-Hırsız
(yani uğru) öyle bağırdı ki, doğru (yani hırsız olmayan) duvara kısıldı. Ama
zaman geç de olsa gerçekleri su yüzüne çıkara bilir. Yalanı çuvalda saklamak
olmaz, gerçek üzüle bilir, ama kırılmaz… Gelin tarihe başvuralım…
Tarihten
belli olduğu gibi halkların “Açık Ceza Evi” sanılan Çar Rusya’sında 1917
yılının Şubat ayında burjuva-demokratik inkılâbı zafer kazandı, bu dönemde
Azerbaycan’da da siyasi süreçler ve milli hareket yeni merhaleye kadem bastı.
Azerbaycan’ın milli hareket başkanları Rus Çarının devrilmesini sevinçle
karşıladılar, o günlerde Azerbaycan Milli harekâtının önünde giden M.E.
Rasulzade yazıyordu: Rusya’nın bütün halkları uzun süreden beri bekledikleri
arzularına kavuştular, kan içen despotizm devrildi, bundan sonra çok güman ki,
Rusya’da yaşayan bütün halklar için yeni ümit doğacaktır”.
Türk halkında bir deyim vardır:-Sen
saydığını say, gör felek ne sayıyor. 1917 il inkılâbının “mimarı”, “baş bileni”
ve “lideri” Vladimir İliç Lenin’in “kendini” toparlamadan, Ermenilerin
Daşnaksütyun Partisinin üyeleri “işe koyuldular”. Uzun zamandan beri
Azerbaycan’ı ele geçirmek siyasetini Rusya’nın karışık döneminde hayata
geçirmeye başladılar. Güya hakların azatlığına çalışan, aslında ise Türk’ün
korkunç düşmanı olan Ermeni Stepan Şaumyan artık iş başında idi. Kendini
V.İ.Lenin’in “sağ eli” hesap eden, aslında ise ne Rus’u, ne Türk’ü sevmeyen
Şaumyan Sovyet Hükümetinin temsilcisi olarak kendini Azerbaycan’a attı ve
V.İ.Lenin’e dedi ki, ben orada Rus İnkılâbı’nın ve Rusya’nın aleyhine olanlara
karşı mücadele edeceyim. Aslında ise o buraya Türk’e karşı soykırım yapmaya ve
Azerbaycan’ı baştanbaşa Ermenileştirmeğe, yer altı yerüstü servetle dolu olan
Azerbaycan’ı bir avuç Ermenistan’a toprağına (aslında o bir avuç Ermenistan
toprağı da Azerbaycan’ın toprağıdır, Rusların yardımı ile o toprağı da zorla
Azerbaycan’dan koparmıştılar) karıştırmak istiyordu. Güya Şaumyan 1917 yıl
inkılâbını istemeyenlere karşı mücadele ediyordu, aslında ise o inkılâba hiçbir
ilişkisi olmayan, inkılâbın ne olduğunu anlamayan günahsız çocuklara,
ihtiyarlara, kadınlara karşı soykırım türetti. Çekinmeden dedi ki, 1915 yılında
Anadolu’da ölen Ermeni kardeşlerimin kısasını Azerbaycan Türklerinden aldım.
S.Şaumyan Azerbaycan petrolünden zengin olan Ermenilerin gemilerine önceden
toplar yerleştirdi ve o toplarla Bakı’nın yerleştiği Abşeron adasının kuzeyinde
yerleşen köyleri ateş açtılar. 1918 Mart ayının 30’da Ermeni Komissar Tatevos
Emiryan (soyadı bile Türk, Ermenilerde Emir mi var?) silahlı Taşnaklarla
Azerbaycan’ın en kadim ve en güzel sanat incisi, mimarlık abidesi İsmailiyye
Binasını yaktılar, oradan ateşler dünyaca ünli petrol zengini Türk Hacı
Zeynalabidin Tagıyev’in kızlar kolecine sıcradı, yine de Hacı Zeynalabidinin
inşa etdirdigi ve Doğuda ilk tiyatro binasını yaktılar. Sonra dünyanın nadir
camilerindne olan Tazepir camisini yaktılar. V.İ.Lenin’in Bakıya gönderdigi Rus
temsilci bu kanlı cinayetlere sabredemedi,
cinayet kar taşnakcı S.Lalayan’ı hapıs etmek istedi, Şaumyan itiraz
etti:-Lalayan’ı ceza evine göndermek? Bu liyakatsizliktir? Aslında bu ne
şımarıklıktır?
1918 yılının Martında Bakıda kanlı
cinayetleri töreden Ermenilerden biri de Kırmızı Gvardiyanın reisi, çar
ordusunun Albayı Z.Avetisyan idi. Bir başka Ermeni ise Azerbaycan Türklerini
katliam etmekte “en önde gelen” Amazasp idi.
Amazasp, Avetisov ve Petrov’un komutanlığı altında onlar dehşetli
cinayetler türettiler, Bakı’da soykırımdan sonra, Bakı’nın yakınlığındaki
Şamahı kentine, oradan Guba’ya geçtiler. Bu şehirler Azerbaycan’ın en
zenginlerinin yaşadığı şehirler idi, burada çeşitli milletlerden olan insanlar
en fazla ticaretle uğraşırdılar, çok zengin idiler. Dünya malından gözleri
doymayan Ermenilere de bu lazım idi.
Guba kentine dâhil olan Amazasp böyle
dedi:-Ben Ermeni halkının kahramanıyım, onların haklarının koruyucusuyum. Ben
buraya ceza desteleri ile geldim, iki hafta önce burada Ermeniler
öldürülmüştür, onların kısasını almaya geldim. Öyle bilmeyin ki, Sovyet
hükümetini kurmaya geldim, -Hayır- Ben Hazar kıyısından Şahdagı’na (Şahdağı
Guba’dakı en yüksek dağdır) kadar olan bölgelerde bütün Müslümanları mahıv
etmeğe, onların yaşayış yerlerini yerle yeksan etmek emri ile gelmişim” (Bkz: Çırakzade, İstiklal Yollarında, Bakı, 1992; 22)
Amazasp’ın askerleri sadece insan
öldürmediler, öldürdüklerinin servetini de talan ettiler. O zamankı para ile
Guba’da 4 milyon manat para; 4,5 milyon manatlık altın, pahalı taşlar, 25
milyon manatlık gıda mahsulleri götürdüler.
Şimdi
Guba’dakı olaylara bir az açıklık getirelim:
2007 yılı Nisan ayının 1-de Azerbaycan’ın Guba
şehrindeki Gudyalçay nehrinin etrafında bir vatandaş kazı çalışmaları yaparken
Azerbaycan Türklerinin hunharca katledildiğini gösteren toplu mezarlık bulmuştur. Bu 20. yüzyılın başında meydana gelen
katliamı gösteren mezarlığın bulunması tamamen rastlantı sonucudur (Bak Guba Mezarlığı – Ermeni Cinayetinin Kanlı İzi
kitabında, Bakı, 2010, s.7).
Köy halkında lokanta işleten esnaf arazisini
genişlendirmek için yaptığı kazı çalışmaları sırasında bir yığın insan kemiğine
rastlar. Önceleri kemikleri toplar, çaya atar. Ancak kazı çalışmaları arttıkça
kemiker de toplu şekilde ortaya çıkar. Bu zaman Valiliğine, Azerbaycan Milli
Bilim Akademisine haber veriliyor,
arkeoloji araştırmalar başlar. Böylece belli oluyor ki mezarlık 514
metrekaredir. Onun 494 metrekaresinde
arkeoloji kazıntı yapılmış, geri kalan 20 metrekarelik alan ise her ihtimale
karşı uluslar arası araştırmalar için bırakılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda
insan cesetleri ile dolu olan 2 kuyu ve 2 kanal belirlenmiştir. Arkeoloji
kazılar 2007 yılının Temmuz ayından başlamış, 2008 Eylül ayında sona ermiştir.
Ermenilerin Guba’da yaptıkları
katliamda sadece Türkler değil, burada yaşayan Lezgiler, Yahidiler, Tatlar,
Avarlar da öldürülmüştü. Mezarlıktan 400’den fazla insan cesedi çıkmış,
bunlardan 50’den fazlası çocuk, 100’den fazlası kadın ve yaşlılardır. Tarih
araştırmaları ve arşiv belgeleri gösterir ki, 1918 yılı Nisan ayının sonlarında
Halk Komiserleri Şurasının komiseri S.Şaumyan ve askeri komiser Korganov’un
talimatı ile Ermeni General Hamazsp’ın
(Azerbaycan Türkçesinde Amazsp yazılmaktadır –T.A) başkanlığında esasen
Ermenilerden oluşturulmuş, “Ceza Timi” adlandırılan 2000 kişilik askeri
birligin Guba’ya gönderildiği belirlenmiştir. Bir Ermeni milliyetçisi olan
Hamazsp Müslümanlara karşı olan kini saklamıyor, “Müslüman olduğu için her
Müslüman düşmandır” diyordu.
Arşiv belgeleri 1918 Nisan-Mayıs
aylarında sadece Guba’da 36782 kişinin katledildiğini gösteriyor. 122 köy
tamamen yıkılmış, 380 köy içindekilerle beraber yakışmıştır. Ermeni cellâtları
şehirde 259 ev yakmış, 1800’den fazla çocuk, 2000’den fazla ihtiyar kadın ve
erkek öldürülmüştür. Gubalı vatandaş K.Agayev’in verdiği bilgiler: Ermeniler
1-10 Mayıs 1918 tarihinde yerli ahalini hunharca katliam etmişler. Ermeni
Generali Hamazsp Azerbaycan Türklerini öldürmek için Guba’ya, Lalayan ise
Azerbaycan’ın merkez bölgelerine ve Güneyine gönderilmiştir. Bu emri ise Halk
Komiserleri Şurasının komiseri S.Şaumyan vermiştir”. Arşivlerde Hmazsp’ın cevar
mektubu vardır: Yoldaş Şaumyan, görevimizi yerine yetirdik. Guba’da 10 binden
fazla insan öldürdük”. Guba’nın sadece bir toplu mezarlığında 2 bin insan
vardır. Hamazsp’ın dediklerini o zamanki Olağanüstü Halk Komisyonunun Üyesi
Novitski de mektubunda onaylamıştır.
Gubada iki kuyu tespit edilmiştir.
İlk kuyunun derinliği 4,70 metre, genişliği 5 metredir. İkinci kuyunun
derinliği 2 metre, genişliği 2,5 metredir. Toprak kayması sonucu ikici kuyu
tamamen kaybolmuştur.
Ermeniler masum insanları Çukur
Hamam adlı hamamda boğmuşlar. Katliamın yapıldığı sırada 7 yaşlı bir kız çocuğu
kaçmış, gördüğü olayı anlatmıştır. Hamamdan feryat sesleri yükselmiş, boğulan
insanları kuyulara gömmüşler. Ermeniler kuyuları yerli insanlara kazdırmış,
sonra onları da diğerleri ile beraber işkence ile öldürerek kuyulara atmışlar.
Ermenilerin bu usullerini Hitler de devam ettirmiştir, o da ceza düşergelerini
Yahudilerin eliyle ve parasıyla inşa ettirmiş, sonra da onarlı burada
yakmışlar. Tarih nasıl da tekrara olunur. Ermeniler Guba’dakı katliamı 7–8 gün
devam etmiştir.
Ermeniler bu katliamda sadece Türkleri
değil, başka milletleri öldürmüşler. Katliamı yapanların elinde aile listeleri
vardır. Mesela bir ailede 14 kişiyi öldürmüştüler. Sırasıyla çocuktan başlayıp
dede ve nineyi de öldürmüşler. Araştırmalar sonucunda belli olmuştur ki, en
fazla öldürülenler arasında 60 yaşına kadar insanlar daha fazladır. Gençler az, çocuklar daha çoktur. Bir tane bile
bütün iskelete rastlanmamıştır. En fazla kafa kemikleri vardır. Ateşli silah az
kullanılmıştır. İnsanlar ezici aletlerle öldürülmüşlerdir. 4 ölüm usulü belirlenmiştir: 1. Başın sağ
kısmına balta ile vurulması; 2. Hançer kullanılması veya iki darbeyle başın
bedenden ayrılması; 3. bazı kafataslarında çivilerin görünmesi, çiviler
şakaklara saplanmışlar. Dördüncüsü, kafatasından beyine doğru çiviyle darbe
yapılmış. Ermeniler Guba’da insanlara her tür ceza yapmaktan “zevk almışlardı”.
Örneğin; 14 yaşlı bir kızın burnunun ve kulaklarının kesildiği, sonra çiviyle
şakaklarının her ikisinden de darbe yapıldığı belirlenmiştir.
Guba’dakı toplu mezarlarda hiçbir
süs eşyasına veya giysilere rastlanmamıştır. Bu da onu kanıtlıyor ki, Ermeniler
insanları soyup daha sonra işkence yaparak öldürmüşlerdir. Guba’dakı toplu
mezarlarda araştırma devam etmektedir. Arkeologlar ve etnograflar bu vahşiliğin
bütün detaylarını muhafıza edilmesine çalışıyorlar. Buraya gidip beş-on dakika
seyretmek bile Ermenilerin yaptıklarını vahşiliği tasavvur etmek için
yeterlidir.
Avrupa Şurası Parlamento Assembleyasının (AŞPA) başkanı Luis
Mariya de Ruia Guba mezarından gördüklerinden çok etkilenmiş,
izlenimlerini “…Bu dehşetli bir
soykırımdır. İnsanların nasıl vahşice öldürüldüklerini kendi gözlerimle gördüm”
sözleriyle ifade etmiştir.
Avrupa’nın üst düzey insanları gelip Azerbaycan’da her şeyi
görüyorlar, ama konuşmaya başlayınca hep soykırım yapanların tarafındadırlar.
Evet, Ermeniler 24 Nisan’da
dünyanın her yerinde onlara karşı olmayan soykırımın “yasını tutacaklar”. Yine
de dünyanın mendilleri onların yalancı gözyaşlarını kurutmak için “az
olacaktır”. Yine de komşulardan kopara bilmedikleri toprakların acılarını
yalancı soykırımla perdelemeğe çalışacaklar. Her zaman olduğu gibi yine de arzuları
kursaklarında kalacaktır. Bizce en iyisi ise onlar kendilerinin soykırım yapan
halk gibi suçlarını itiraf etseler daha iyi olmaz mı? Bence en güzeli bu!
Şapkalarını karşılarına koyup düşünsünler:-Komşuluk insanların arzusuna göre
değil, komşuluğu tali payı, tali hediyesidir. Komşularıyla iyi davransınlar,
komşu komşunun külüne muhtaçtır-derler. Eteklerindeki taşı yere döksünler,
toparlanıp Karabağ’dan kendi hoşlarıyla gitsinler. Zaten Ermenistan toprağı
bom-boştur, o toprakta yaşayanlar bugün Fransa, Almanya, Amerika ve Rusya’nın
yardımları ile geçinirler. Onlar Ermenistan’da yaşarken bile topraktan uzak
idiler, toprak adamı değildirler, toprak adamı Azerbaycan Türkleridir. Ona göre
de Azerbaycan Türkü ve Karabağlılar bir karış topraklarını da kimseye vermeyecekler.
Koy o topraklarda muvakkati mesken salan ve gece gündüz uyumuş volkanın
patlayacağı korkusuyla tir tir esen Ermeniler bunu iyice bilsinler… Ve bir de
24 Nisan’da olmayan soykırım için yalandan gözyaşı dökerek sokaklara,
meydanlara dökülmesinler, artık dünya onların timsah gözyaşlarına inanmıyor.
Yeter, aynaya baksınlar, o zaman soykırım yapanları rahatlıkla göre bilirler…
***
KONUK YAZAR:
T A K L İ T
NADİR ŞENER HATUNOĞLU
(matematikçi-bilim
uzmanı)
‘Taklit’
dediğimiz davranışın en yaygın ve etkili olduğu alan, ‘Eğitimdir.’ Eğitimin
genel tanımı şöyle: ‘İstendik davranışları kazandırma
etkinliğidir.’ Bu etkinlikte baş yeri, ‘Taklit’ tutar diyebiliriz.
Hatta bir de özdeyiş bulmuşuzdur: ‘Hocanın dediğini yap; fakat yaptığını
yapma.’ Somut örnek vermenin önemini vurgulayan bir
söylem.
‘Taklit;
görüleni, duyulanı, duyguyu yansılamaktır, yinelemektir.’
Denilebilir ki ilk taklit kaynağı, ‘Doğa’ olmuştur. Belgeselde
izledim; cennet kuşu dediğimiz kuş, süs kavramının simgesi gibi. Seyretmeğe
doyamıyor insan. Her rengin en güzeliyle bezenmiş. Afrika’daki zenci
kardeşlerimizin törenlerini, eğlencelerini izledim; cennet kuşunun tüyleriyle
süslenmişlerdi. Bu görsel taklidin biraz ötesine gidelim…
Gözlem ve deneyler bize gösteriyor ki Doğa; en üstün
matematikçi, fizikçi, kimyacı, biyolog… Teknolojinin en üst basamağında yapılan
deney ve gözlemlerin, Doğa’ya dayandığı görülüyor. Bir kuşun havada dönüş
yapması, pike yapması gözlenerek uçaklar geliştiriliyor. Deneyin birinde, otuz
metre yüksekten bırakılan yılanın bedeni gözlendi; ne konumda düştüğünü
belirlemek için. Biliniyor ki Doğa’nın eğilimi, canlının zarar görmemesi yani
yaşaması yönündedir. Yılan (M) harfi biçiminde kıvrılarak, yere çarpma
şiddetini azaltıyor; bir bakıma yumuşak iniş yapıyor. Bu olayı taklit ederek,
uçaktan atılan yüklerin biçimleri belirleniyor.
Bilindiği gibi, kimi yırtıcılar ölü hayvan eti (leş) yemez.
Bir tür yılanı gözlemlemişler; bakmışmışlar ki bir tehdit altında kaldığında,
hemen ‘ölü’ numarasına yatıyor. Gözlemciler demiş ki acaba bu davranış öğrenme
(taklit) sonucu mu yoksa doğuştan mı? Denemişler; yumurtadan yeni çıkan bir
yılan yavrusunu taciz etmişler. Yavru bakmış ki kurtuluş yok, hemen ‘ölü’
numarasına yatmış. Eğitimciler buradan sonuca varıyor: Kimi özellikler ana
karnında kotarılıyor. Bu tür oluşumların saptırılması,
olanaksızdır. Hangi yöntemi uygularsak uygulayalım, kediye ‘hav hav’
dedirtemeyiz. Köpeğe de miyav… Gerçi kediye, köpeğe kimi işleri
gördürebiliyoruz; ancak bir yere kadar. Bizim kedi, kapının koldan tutularak
açıldığını taklitle öğrendi. Dışarıya çıkmak istediğinde, aynı hareketi
yapıyor.
Benzetme garip gibi görünebilir; ama sormadan da duramıyor
insan. 1945 yılının nisan ayı. Ruslar Doğu’dan, müttefikler Batı’dan Berlin’e
girdiler. Adolf Hitler, yer altı sığınağında gizlenmiş; ama boş durmuyor, körpe
çocukları sokak savaşlarına itiyor. Batılı komutanlar demişler ki:
-A.Hitler’in teslim olacağı yok. Binlerce
körpe çocuk sokak savaşına itiliyor. En iyisi, biz Berlin’i hasır yöntemiyle
(hedef gözetmeden) yerle-bir edelim.
Müzakere sonunda demişler ki bir de başkana (Cumhurbaşkanı:
Franklin D. Roosevelt) soralım. Sormuşlar:
-Ama orada günahsız insanlar da var; yazık olmaz mı?!
Şimdi iki davranış biçimine bakalım: A. Hitler, Londra
bombardımanında ölü, yıkıntı sayısı kendisine ulaştıkça göğsünü yumruklayarak,
sevinçten havalara sıçrıyordu. Bir de öteki davranışa bakalım…
Her davranışın derin kökleri
vardır; ama yine de sormadan duramıyor insan: Acaba kötülük ana karnında mı
kotarılmış?!
***
KONUK YAZAR:
22 YIL ÖNCEYDİ…
( Karabağ ve Hocalı Şehitlerine…)
Osman BAŞ
Ben savaş hikâyeleriyle büyüdüm.
Şehit çocuklarının torunlarındanım.
Cepheye gidip dönmeyenlerin, dönmeyi düşünmeyenlerin
çocuklarından dinlediğim hikâyelerle ve ağıtlarla büyüdüm.
Öğretmen okulu yıllarımda
başlayan sevdalarım beni yazmaya ve okumaya kilitlediğinden itibaren zaman
mefhumu tanımadan Müslüman Türk milletine hizmeti ibadet aşkıyla yapmaya
çalışıyorum.
Daha, lise yaşlarımda tarih ve
edebiyat öğretmenlerimden aldığım bilgileri okuduklarımla bütünleştirerek gönül
dünyamı Türk dünyasının derinliklerinde yürümek için beslemiş, uzun ince bir
yolda bozkırın yalnız adamı olarak delitay hızıyla yol yürümüşüm.
Bildiğim, gördüğüm, okuduğum ve yaşadığın gerçek o ki
dünyanın en mağdur ve masum milleti Türk milletidir.
Kimseye zulüm yapmamış, silah
çekmemiş, en güçlü olduğu dönemlerde dahi mazlumun ve kimsesizin yanında olmuş,
İlay-i Kelimetullah aşkıyla dünya hayatını yönlendirmiştir.
Bu gün dünya üzerinde yaşayan
Türk coğrafyasına baktığımız zaman üzüntülerimiz devam etmektedir.
İşte Irak’ta Türkmenler, Doğu
Türkistan, son günlerde Suriye’deki kardeşlerimiz, Balkanlar ve Karabağ. Son dakika
Kırım, Unutamadığımız Hocalı.
Son asrın katliamını ne zaman
kaleme alsam, yaşadıklarımı ve dinlediklerimi okuyucularımla ve dinleyenlerimle
paylaşsam duygularımı izahta zorlanıyorum.
Bugün bize bir takım asılsız ithamlarla söz söyleyenler önce
aynaya baksınlar. Karabağ halen işgal altındadır.
Dünyayı idare ettiğini ifade
edenler neler yapıyor, neden gereğini yapmıyorlar. Elbette biz biliyoruz.
Onlarda bizim bildiğimizi biliyorlar.
22 yıl önce…
1992 yılı 25 Şubatı, 26 Şubata
bağlayan, karlı ve soğuk bir gece.
Karabağ’da Hocalı kasabasında ani
bir baskın ve toplu katliam başlıyor.
Kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden, ayırt etmeden bomba ve kurşunlar
yağıyor.
Kucaklarında bebekler, ellerinde
çocuklar kasabada mahşer yerini andıran sesler arasında insanların yaşadıkları
evleri terk edişleri, dağlara, tepelerin ardına kaçışları.
Türk ve Müslüman olan kardeşlerimize uygulanan vahşet ve
dünyanın sustuğu günler. Kar’ın
kırmızıya boyandığı geceyi yaşayanlardan defalarca dinledim. Bakü’de, Ağcebedi,
Berde ve Şeki’de iki binli yıllarda kamplarda yaşıyorlardı.
Yaklaşık bir milyon insan,
toprakları ve evleri işgal altındaydı.
Bu yazımı okuduktan sonra umarım
birçok okuyucum hatırlamak, bilgilerini yenilemek için 1992 yılı Şubat ayının
25’ini 26’sına bağlayan gecenin hikâyesini yeni baştan okumalı ve araştırıp
yeterli bilgiye ulaşmalıdırlar.
Okuduklarının her cümlesi ve
kelimesinden duygu alacak, gözleri dolacak, dünyaya bakıp yazıklar olsun
diyecek ve bir milletin son dönem yaşadıklarını araştıracak, bilgi sahibi olmak
için okuma alanını genişleteceklerdir.
Ermeniler, sivil, kadın, çocuk,
yaşlı ayrımı yapmadan 613 kişiyi en ağır işkencelerle şehit etmişlerdir. 83’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’den fazlası
ise yaşlı. O gece 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi ise rehin alınmıştır. 150
kişi ise kaybolmuştur.
Hocalı ile ilgili bütün
kayıtlarda aynı rakamlara ulaşıyoruz.
Gerçek o ki Ermenistan, kardeş
ülke Azerbaycan topraklarını işgal altında tutmaktadır.
O toprakların sahipleri madurdur,
evlerine ve topraklarına kavuşmak istemektedirler.
22 yıl oldu. Dile kolay.
Ey insan hakları savunucuları
neredesiniz…
Siz kimleri savunuyor, kimleri
savunmuyorsunuz…
EY GÜZEL KIRIM…
Son günlerde Kırım’dan gelen haberler bizi
üzüyor.
Rus
askerleri Kırım sokaklarında yürümeye başaldığından itibaren huzursuzluk
başladı. Doksanlı yılların sonundan itibaren Türk dünyasının dört bir yanında
var olan gönül dostlarımla sayısız programlarda ve toplantılarda beraber oldum.
Birçok
kardeş ülkeye gitmek nasip oldu. Sayısız misafir ağırladım. Uluslararası
porgramların projelerini yapıp hayata geçirdim.
Kırım
içimde hep bir sevda olarak kaldı. Birkaç kez alt yapı hazır olmasına rağmen
nasip olmadı. Kırım’a gidemedim.
Umarım en
kısa zamanda nasip olacaktır ve Karadeniz’in kuzey kıyılarında İsmail Gaspıralı
ve Cengiz Dağcı’ya dua okuyacak, Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemil
Kırımoğlu ile ana vatanında görüşmek nasip olacaktır.
Kırım Karadeniz'in kuzeyinde denize
uzanan tarihi yarımada. Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin nüfusu yaklaşık 2 milyon.
Burada Ruslar, Ukraynalı ve Kırım Türkleri yaşıyor.
2 Şubat
2014 Pazar günü Ankara Güvenpark’ta konuştuğum, bilgi aldığım ve dinlediğim
herkes Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü istiyordu.
Belli ki
Rus askerlerinin Kırım’a gelmesi tedirginlik yarattı.
18 Mayıs
1944 tarihindeki büyük sürgünü büyüklerinden dinleyen bugünün insanları ses
vermek ve kamuoyu oluşturmak için hareket halindeydiler.
Endişe
verici gelişmeler. Umarım uluslar arası çalışmalar amacına ulaşır da Kırım
Türkleri rahat nefes alır.
Ellerde
taşınan pankartların bazılarını okuyucularımla paylşamak istiyorum.
Bağımsız, bölünmez demokratik Ukrayna.
Kırım, Kırım Tatarlarının
vatanıdır.
Türkiye Kırım’a ses ver.
Dün Stalin, bugün Putin.
Kırım Tatarları teslim olmayacak.
Bir avuç halk değil bir yumruk
milletiz.
Kırım’da Rus bayrağı istemiyoruz.
Kırımda
yaşayan onlarca arkadaşım, dostum var. Görüşüyorum. Huzursuzlar. Dünyanın ses
vermesini, Rus askerlerinin Kırım’dan ayrılmasını istiyorlar.
Son
günlerde gündemde olan ve sürekli dinlediğim “ Ey Güzel Kırım” ben türkü
diyeyim siz ezgi deyin. İsmi yazdığınızda internetten hemen ulaşıyorsunuz.
Bulduğunuzda mutlaka dinleyin. Bir de hikâyesi var;
“Stalin
Almanlara yardım ettiği için bütün Kırımlıların sürülmesini ister. 423.100
Kırımlı hayvanların taşındığı vagonlara doldurulur. Zorla uzaklaştırlır. Tam
bir ay sürer. Bu yolculukta 200.000 civarında başta çocuklar ve yaşlılar olmak
üzere insanlar ölür.
Yurtlarına
tekrar alınmazlar. Yıllar sonra Fatma Teyze turist olarak Kırım’a gelir. Girer.
Yürek yakan, muhteşem sözleri yazar ve bestelenir. Bir vatan türküsü olur.
Ey Güzel Kırım…
Aluşta’dan esken yeller
Yüzüme vurdu.
Balalıktan ösken evge
Köz yaşım düştü.
Men bu yerde yaşalmadım,
Yaşlığıma toyalmadım,
Vatanıma hasret oldum,
Ey, Güzel Kırım.
Bahçaların meyvaları
Bal ile şerbet
Sularını içe- içe
Toyalmadım men.
Alıp geldim selam sana
Sana hasret milletimden
Kucağını açsan bana
Ey, Güzel Kırım.
GÜN OLUR ASRA BEDEL
“Gün olur
asra bedel “ifadesindeki derinliği yıllar sonra saniye saniye ekran karşısında
yaşıyorum. Neyi düşünmek gerek, kime, nereye ne söylemek gerek, nereden haber
almak gerek bilinmezinde haber kirliliği dedikleri kelimelerin arasında
saatlerce anlamsız cümlelere kilitleniyorum. Ölümün bile hayırlısını diliyorum.
Gün olur asra bedel
Cengiz Aytmatov hocaya ait bir romanın adı. Hocayı da anıyor ve dua ediyorum.
Mesafe
dedikleri ne ki uzağın ve yakının arası ne ola ki. Gönül dergâhında zamanın ve
mesafenin anlamı nedir, bilen bilir. Dualarda birleşenler öylesine
bütünleşti ki kandil kandil sema oldu, ayazca üşüdü… Don tuttu yüreğin
derinliğinde sevgi adına, aşk adına, büyük davalar adına ne varsa sessizce.
Yalvarış ve yakarışlar dalga dalga teslim alırken rüzgârı pusuya düşürdü, günde
güneş…
Yıllar
öncesinin öksüz ve yoksul başkent akşamlarının yarı çıplak caddelerinin
ıslanmışlığı kurumamışken sohbete akmanın, hemşeri olmanın, ülkenin yarınlarına
milli olup sahip olmanın yeniden şahlanışında tanış oldu gözlerimiz.
Bir köy
esintisiydik başkente. Daha caddelerine alışamamıştık. Daha birden fazla katlı
binalara yabancıydık. Daha kalabalıklara akamıyorduk, daha fakirdik, ceplerimiz
boştu, okula gidecek otobüs biletimiz yoktu.
Dikimevi’nden
ve Kurtuluş’tan Beşevler’e yürürdük sabah akşam. Eğitim Enstitüsünün
dershanelerinde tam ders yapacakken, okuyacakken doludizgin, bütün derslerden
tam not olmak için yoğunlaşmışken okulu açık bulamazdık nedense… Süresiz tatil
olurdu hep.
Ahmetler’deki
Sivas öğrenci yurdunun ikinci katında 12 nolu oda. Kaloriferler hiç yanmazdı…
Sular don tutardı ayaz gecelerde, sıcakta ise kendiliğinden kesilirdi.
Zaman o zamandı işte, nedendir bilmem o günleri yazmak hep korkuttu beni. Her
gün kendimi zararda hissederdim. Kâr edenler hep başkalarıydı.
Onca
zorluklarda, onca yokluklarda sevdalarımız çok zengindi. Bu zenginliğin her
karesinde kendimizi buluyor, her derdimizi unutuyor, Tuna Boylarından Çin
Seddi’ne doludizgin at sürüyorduk. Tanrı dağlarından Hira dağına uçuyordu körpe
yüreğimiz. Allah için, İslam İçin, Vatan için, Bayrak için, Türkiye ve
Türk Dünyası için hizmet aşkıyla yanıyorduk.
Bütün
sermayemiz bu kadardı. Hiç zengin olmayı istemedik. Hiç kul hakkı yemedik…
Okuduk geceler boyu, kültürlü olmak istedik, dahası her şeyi bilmek istedik. Ülkü
denen bir sevdaya tutulduk. Töre dedik… Ata dedik… Türk-İslam kültürüyle
yoğrulduk aş olmak için. İşte, o
günlerde sen Muhsin başkandın.
Yurdun
çatlak pencere camlarından içeri sızan serin odalarında dokuz delikli tuğlalara
tel bağlardık, bizi ısıtsın diye. Çaydanlık olup buhar salsın odaya… Yurt
Müdürümüz Sivas’lı Cabbar ağabey donardı biz üşürken. Bilenler bilir elbet.
Betonların çok soğuk olduğunu… Bir döşek, iki yorgan ve üzerinde battaniye ile
ısınmayan gecelerin derinliğinde nasıl üşündüğünü bilen bilir.
“Beton çok
soğuk; Üşüyorum.” ifadesiyle titreyen yüreği, yüreğime karıyorum.
Artık başladım. Bu
yazı devam edecek… 1976 yılından bu güne hayatımı yazmaya bu bitmeyen, sabah
olmayan gecede başlıyorum.
Dört
mevsimim baharı bekliyorken,
Dumanlı
dağda bulutlar ağlıyor.
Kardelen
üstünde kar eriyorken
Kara haber
gönülleri dağlıyor.
Ey dünyaya
gözlerini gülerek kapatanlar, bilesiniz ki size saygı ile anacak ve dünyalık
dualarımda sizleri hiç unutmayacağım.
Bilinen bir
gerçek var ki baki âlemde buluşacağız.
Gülle güle Muhsin başkan…
Mekânın cennet olsun…
01.04.2009
Not: Bu yazı Muhsin
YAZICIOĞLU’nun kaza ve vefat haberi sürecinde kaleme alınmış ve Tokat
gazetesinde “ Gönül Çeşmesi” köşemde yayınlanmıştır. (Yazıya şiir dörtlük
eklenmiştir. Umarım okuyucularım beğeneceklerdir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder